Kategoriler
Haber

Dayanışma Meclisi 16 Nisan 2022 toplantısı sonuç bildirgesi

Dayanışma Meclisi (DM) aylık buluşmalarının sonuncusunu 16 Nisan Cumartesi akşamı gerçekleştirdi.

Toplantıda gündemdeki konular olan “Tarım ve Gıda Güvenliği” ile “Altılı Mutabakat Metni” üzerine iki sunuş gerçekleştirildi ve bunları zengin tartışmalar izledi.

17 Nisan tarihinin “Çiftçilerin Uluslararası Mücadele Günü” olması açısından “Tarım ve Gıda Güvenliği” konusunun tam da bu toplantıda tartışılması anlamlıydı. Tarımın üretim ve tedarik zincirleri bakımından ulus-ötesi şirketlerin yoğun denetimine girdiği bir süreci tanımlayan “Üçüncü Gıda Rejimi” 1990’larda hız kazanmış, üstelik küresel bir tasarım olarak Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), IMF, DB, AB, OECD üzerinden daha fazla dayatılır olmuştu. Bu küresel yapıların dayatmaya çalıştığı üç koşul -tarımda iç desteklere, ithalat yasaklarına ve ihracat sübvansiyonlarına son verilmesi-dünyanın farklı gelişmiş düzeylerindeki ülkelerinin toplumsal muhalefetinden ve çiftçi örgütlerinden çok yoğun tepkiler gördüğü için genel-geçer bir tarım anlaşmasına dönüşememişti.

Bundan sonrasında emperyalist blok, ikili/çoklu serbest tarım anlaşmalarıyla, uluslararası finans kuruluşlarının (IMF/DB) program dayatmalarıyla, AB genişlemesi ve NAFTA gibi yeni ekonomik bütünleşmelerle DTÖ Tarım Anlaşmasının uygulanamamasını arka kapıdan aşmaya yönelecektir.

Türkiye de bunların kıskacına sokulacak, hem 1995’te AB ile Gümrük Birliği hem de 2000’de IMF/DB’nin yapısal dönüştürme programı üzerinden tarımda hiç olmadığı kadar dışa bağımlı kılınacaktır. Bu programla, özetle,

  • Girdi destekleri kaldırıldı, destekleme alımları ve fiyat destekleri son buldu, yalnızca 7 yıllık bir dönem için ”Doğrudan Gelir Desteği” geldi;
  • Tarımsal KİT’ler özelleştirildi; gübre, ilaç ve yemde dışa bağımlılık olağanüstü arttı;
  • Ürün-tohum-ürün döngüsü kırılarak tohumda dışa tam bağımlı bir yapı kuruldu;
  • Tarımsal ürünler dış ticaretinde net ithalatçı olundu;
  • TSKB’nin işlevsizleştirilmesi ve agro-sanayiden çekilme süreci başlatıldı.
  • Tarımda örgütlenmenin çöküşü hazırlandı, kooperatifler ve birlikleri etkisizleştirildi;
  • Tarımsal desteklerin GSYH içindeki payı %1’le sınırlandırıldı ama binde 3’e geriledi;
  • 3 milyon çiftçinin ve 3,5 mn. ha. tarım toprağının üretim dışına çıkması “başarıldı”.
  • Tarımsal istihdam ve tarım/GSYH oranı hızla geriletildi;
  • Türkiye tarımının temel tarımsal ürünlerde kendine yeterlilik oranı hızla geriledi. Sonuçta iktidarların adeta ulus-ötesi şirketlerin sözcüsüne dönüştüğü bu yeni yapıda, çiftçi desteksiz/ savunmasız ve geleceksiz bırakılmış, tekellerin denetimindeki mevcut girdi fiyatları ve ürün piyasası koşullarında çiftçilik/hayvancılık yapmak neredeyse imkânsızlaşmış, gıda şoklarının tüketiciye yansıması engellenememiştir. Üstelik su fakiri olan Türkiye, iklim krizine de hiçbir biçimde hazırlamamıştır.

    Tüm bu olumsuz koşullar tarımda çubuğun acilen tersine bükülmesini dayatmaktadır. Tarımı küresel meta zincirinin bir halkası olmaktan çıkarmak; üreticileri ulus-ötesi şirketlerin bağımlısı olmaktan kurtarmak; tarımdaki çözülmeyi durdurmak için 2000 sonrasının neoliberal politikalarıyla hesaplaşmak; tarım işçilerini iş güvenliğine kavuşturmak; çiftçiyi ve özellikle genç kuşakları tarımda tutabilmek için “fark ödeme sistemi” üzerinden çiftçiye zarar etmeyeceği bir faaliyet güvencesi verebilmek; tarımda kamunun örgütlenmesini yeniden tasarlamak; kooperatifçiliği sağlam bir destek sistemine kavuşturmak; ana politika aracı olarak da tarımsal katma değerin en az 1/3’ünün tarıma destek olarak dönmesini sağlamak şarttır. Bu radikallikte bir programı bugünkü düzen muhalefetinin uygulama olasılığı da olmadığına göre, devrimci bir dönüşümün dinamiklerini zorlamak her zamankinden daha fazla değer kazanmaktadır.

16 Nisan toplantısında, muhalefetin altı partisinin 28 Şubat’ta açıkladığı Mutabakat Metni (MM) de ayrıntılı olarak tartışıldı.

“Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” (GPS) başlıklı bu metni iki uyarıyla okumak gerekiyor: Birincisi, “altılı” birliktelik hukuksal anlamda bir ittifak değil. Kaldı ki, metnin yazıldığı tarihteki ittifak merkezli koşullar seçim yasasındaki değişiklikle ortadan kalktı, ittifak ağırlığından büyük siyasi partilerin milletvekili koltuklarını paylaşacağı pazarlık koşullarına geçildi. İkincisi de metinde anlatılan bir sistem değil. İçinde “yapı”nın, ekonominin olmadığı, seçilmiş kimi başlıklarla devletin ve kısmen hukukun, kısmen de hak ve özgürlüklerin yer aldığı bir öneriler dizisi. Başkanlı rejimin mevcut durumunu hedef alan bir rejim restorasyonu anlatılıyor. Devleti, ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerden soyutlanmış, dışardan monte edilmiş gibi gören bir biçimsellik söz konusu. Metinde Türkiye’de yaşanan ağır siyasal ve ekonomik krizin en önemli sebebi keyfi ve kural tanımaz başkanlı rejim olarak gösteriliyor ki, burada temel sınıfsal gerçeği, kapitalist ilişkileri perdeleyen bir algı yaratılıyor. MM, altılıyı yansıtan merkezci, milliyetçi, muhafazakâr, dinci, kapitalist, pro-emperyalist ilişkilerin adeta bir aynası. GPS denilen de keyfi, kural ve kurum tanımaz “tek adam rejimi” yerine düzen istikrarını güvence altına alacak bir parlamenter hukuksal üst yapının kurulması oluyor. Cumhuriyete ve 1921 Anayasasına gönderme var, tarihsel birikimden söz ediliyor ama Cumhuriyetin en temel nitelikleri arasında yer alan “laiklik” yok. “Demokratik, laik hukuk devleti” niteliğindeki laiklik yerini AKP’nin yerleştirdiği, Anayasa Mahkemesinin de 2010’dan sonra destek verdiği “din özgürlüğüne” bırakıyor.

1921’den sonraki Anayasalar “dar kalıp”lı olarak, 1961 ve 1982 Anayasaları “darbe anayasası” olarak tanımlanırken Türkiye’nin tüm gelişmeci anayasal pratiği siliniyor. 1921 Anayasası aslında, Ankara Hükümetinin İstanbul Hükümetine yazdığı mektuptaki “1876/1909 Kanunu Esasisinin 1921’e aykırı olmayan hükümlerinin geçerliliği”ne ilişkin notla, kısa çerçevesiyle, dini devletten ve hukuktan çıkarmamasıyla, uygulanma olanağı bulamayan güçlü yerel idari yapısıyla, bir yandan da Meclis (BMM) Hükümetiyle herkesin kendince içinden malzemeler çıkarıp kullanacağı bir “avadanlık” olarak görülüyor. Cumhuriyet’in gerçek kurucu anayasası olan 1924 Anayasası ve Türkiye anayasacılık tarihinin zirvesini oluşturan 1961 Anayasası da tarihin çöp sepetine atılmış oluyor. Cumhuriyetin kurucu partisinin de bu dar hesaplar içine sıkışıp Cumhuriyet ve laiklikten sonra Türkiye’nin anayasacılık tarihiyle de “helalleşmesi” ibretlik bir durum olarak ortaya çıkıyor.
Devletin piyasalaştırıldığı, emekçilerin yeni tür bir uyumlaştırmayla ucuz, esnek, güvencesiz meta durumuna itildiği, devletin “devlet piyasa- sivil/sermaye toplum kuruluşu” ortaklığına indirgendiği, IMF ve DB’nin gözdeleri olan “iyi yönetişim”in ve “özerk kurumların” baştacı edildiği, özetle 2000’lerin başlarına dönmeyi hedefleyen bir restorasyon projesi söz konusudur. Tartışma bölümünde de belirtildiği gibi geri kazanılacak parlamenter sistemin cazibesiyle öne çıkarılmaya çalışılan halkın yönetim aracı meclisleri, “sivil toplum” yapılanmasıyla ve bunların içindeki dinsel örgütlenmelerle unutturan, sermayenin sınırsız tahakküm rejimi olan kapitalist neoliberal düzenin tıkanmalarını aşmayı öneren, iç ve dış sermayeye bu amaçla mesajlar gönderen, sermaye düzeninin sınıfsal ihtiyacına göre biçimlenecek bir siyasal mutabakatın keyfi bir tek adam rejimine üstünlüğünü kanıtlamaya çalışan, emekçi halkı ve onun sınıfsal mücadelesini yok sayan bir metindir söz konusu olan.

Türkiye toplumunun asıl ihtiyacı olansa, sistemin duvarları içine sıkışıp kalan bu sermaye merkezli kısır tartışmaların dışına çıkılması, esas olarak da kapitalist sistemin aşılmasıdır. Dayanışma Meclisi tam da bunun için mücadele etmektedir.