Kategoriler
Haber

12 Mart 2022 Toplantısı Sonuç Bildirisi

Dayanışma Meclisi’nin son 8 Şubat toplantısından sonra tarihe geçecek bir dönem yaşandı ve henüz kapanmadı. DM’nin 12 Mart Toplantısında hem son ayın Ukrayna Savaşı’nı merkezine alan siyasi-ekonomik gelişmeler hem de Türkiye siyaseti ve Türkiye solundaki durum tartışıldı.

Bölgeyi ve dünya dengelerini altüst eden gelişmeler, 24 Şubat’ta Rusya ordusunun Ukrayna’ya girmesiyle başladı. Üçüncü haftasına giren Ukrayna Savaşı, yalnızca bir Ukrayna-Rusya savaşı olmaktan öte anlamlar taşıyor. Hatta Ukrayna topraklarında verilen dolaylı bir ABD/NATO- Rusya kapışması da değil yalnızca. Dünyada yeni gerginliklerin, yeni kutuplaşmaların, yeni paylaşım savaşlarının, yeni hegemonya mücadelelerinin, yeni sistemik krizlerin açılışını da yapan bir olaylar dizisi söz konusu.

Rusya’nın askeri müdahaleyi diplomasiye tercih etmesi, 10 yıldır olumlu yönde etkinlik kazanan kendi yumuşak gücünün büyük ölçüde tahrip olmasına yol açtı. Bu bakımdan bu müdahalesinin askeri sonuçları ne olursa olsun, Rusya’nın siyaseten kazananlar cephesinde yer alması güç görünüyor. ABD’nin Ukrayna’yı NATO’ya almak üzerinden sürdürdüğü açık kışkırtma, Ukrayna hâkim sınıflarının da kullanılmaya müsait yapılarını arkasına alarak amacına ulaşmış görünüyor. Batı emperyalizmi Ukrayna’nın bir savaş alanına dönüşmesini ve onun topraklarında onun insanları üzerinden bir “vekâlet” savaşını sürdürme ikiyüzlülüğünü gösterirken hiçbir ahlaki sınır tanımadığını da bir kez daha kanıtlamış oldu.

Batı emperyalizminin Rusya’yı iyice köşeye sıkıştırmak ve geriletmek için başvurduğu sınırsız yaptırımlar, Rusya’nın orta-uzun döneme yayılacak kayıplarının şimdiki zamana da çekildiğini gösterdi.

Rusya’nın böyle bir müdahale sonrasında ortaya çıkmasını beklediği ekonomik yaptırımlara karşı bir dayanma gücü elde etmek için biriktirdiği finansal rezervlerine el konulması tam da bunun en çarpıcı örneğini oluşturdu. Bir bölümü Batı bankalarında, bir bölümü de tahvillere bağlanmış halde bulunan 640 milyar dolarlık rezervinin yalnızca 30 milyar dolarlık nakit bölümüne hâkim olabilmesi bu durumunu yansıtıyor. Rusya devletinin ve Rusyalı oligarkların Batı’daki varlıklarına fütursuzca el konulabilmesi de bunun bir parçasını oluşturdu. Biden’ın “Rus halkından çalınan paralara el koyuyoruz” söylemi, kendi halkını ve dünya halklarını pervasızca yağmalayan, Rusya ve Ukrayna’da sosyalist/toplumsal mülkiyetin özelleştirmelerle talan edilmesini kışkırtan ve bu yağma kaynakların önemli bölümünün Batı’ya ve arsız bir tüketime akmasını sağlayan çevrelerden gelince gerçeklerin nasıl tersyüz edilebileceğine de ayna tutmuş oldu.

Aynı zamanda kapitalist sistemin sözde sarsılmaz kurallarının, sınıfsal önceliklere sahip mülkiyet tabularının, emperyalist mantık elinde nasıl bir ekonomik/finansal eşkıyalığa kolayca dönüştürebileceğini de gösterdi. Böylece artık kuralsızlığın her alanda hâkim olduğu bir döneme girildiğinin işaretleri çoğalmakta. Her türlü olasılığa kapı açan yeni bir dünya düzenine hızla geçiş yapıldığı görülmekte. O kadar ki, Soğuk Savaş döneminde bile görülmedik ölçüde “nükleer silahlar” uluorta bir tehdit unsuru olarak konuşulabiliyor.

Bu çerçevede, gıda ve enerji egemenliğine sahip olmayan ülkeleri de büyük sorunlar hatta krizler bekliyor. Türkiye’nin de içinde yer aldığı ve gıda açığı veren Ortadoğu bölgesi özellikle kritik bir durumda bulunuyor. Artık, “gerekirse parasını verir ithal ederiz” mantığının geçersizliği fark ediliyor, çünkü büyük gıda ihracatçısı olan savaştaki ülkeler şimdiden tarım/gıda ürünlerinde ihracat yasaklarına gidiyorlar. Bu büyük bir tehdit; dolayısıyla ithalatı da içeren “gıda ve enerji güvenliği” kavramının yerini artık “kendine daha yeterli” bir düzeye geçişi vurgulayan “gıda ve enerji egemenliği”nin alması kaçınılmazlaşıyor. Türkiye gibi dünya emtia fiyatlarındaki artışları döviz kurunu kontrol edemediği için çifte şok olarak yaşayan ülkelerde bu sorun daha büyük bir krize dönüşüyor.

Bölgedeki sıcak savaşı fırsat bilen AKP iktidarı da yeniden önemli bir oyuncu olarak sahneye çıkmak istiyor. NATO’culuğunu geri plana itmeden ama savaş öncesine göre daha dengeli bir dış politika hattına kayarak, Montrö Anlaşmasına sarılarak, Rusya sivil havacılığına hava sahasını ve hava limanlarını kapatmayarak, Rusya karşıtı yaptırımlara şimdilik katılmayarak, her iki tarafça da dikkate alınabilir bir muhatap olmaya yöneliyor. Bunun AKP rejimine iç siyaset bakımından da taze bir güç verebileceği olasılığını hafife almamak gerekir. Hatta AKP’nin Anayasa m. 78’e göre olası bir “seçimleri erteleme” hamlesinin, savaş öncesine göre Batı’dan daha az tepki çekeceğinin de hesaba katılması gerekebilir. AKP iktidarı Türkiye’nin önemli stratejik konumunu daha fırsatçı kullanmaya yönelerek bu hamleleri yapıyor olabilir; ama bugünkü Millet İttifakı çevrelerinden daha NATO’cu bir çizgiden itirazlar yükselmesine gerekçe oluşturamaz.

Bu bağlamda ve genel olarak, Türkiye’de büyük bir muhalefet boşluğunun oluştuğu inkâr edilemez. Altılı “Mutabakat Metni” ile çizilen “güçlendirilmiş parlamenter sistem” projesinin seçimlere ve seçimlerin yapılabilir olmasına bağlı olarak çalışabileceği, hatta ancak Anayasayı değiştirebilecek (en azından referanduma götürebilecek) bir Meclis çoğunluğunun oluşması halinde tam işlerlik kazanabileceği dikkate alındığında, aslında toplumun sorunlarına somut çözümler üretmekten hayli uzaktır. Kaldı ki bu Mutabakat Metni’nin Cumhuriyet döneminin tüm anayasal kazanımlarını yok veya kusurlu sayarak 1921’in eğreti anayasasına bel bağlaması, laiklik tanımını 1982 Anayasasının bile gerisine götürmesi, Cumhuriyetin kurucu partisinin kendi ilkelerini dahi savunamaz bir çizgiye gerilediğini gösterir. “Özgürlükler” bağlamında, en çok çiğnenen emeğin örgütlenme ve grev haklarının adının bile geçmemesi, oluşan mutabakatın sermayeye güven verecek bir çizginin ötesine taşamayacağını kanıtlar.

Oysa Türkiye’de sermaye düzeni her bakımdan “dökülüyor”, halkın yaşam/geçim sorunları gitgide büyüyor, AKP iktidarının “kontrol altına alınmış enflasyon ve döviz kurları” zemininde bir göreli büyüme tablosu yaratma hesapları çökmüş bulunuyor. Sistem alternatifi olabilecek bir muhalefet açısından büyük bir fırsat oluşmuş durumda; ama bugünkü Meclis muhalefeti sisteme sadakatini göstermekten başka güdüye sahip değil. Tıpkı 2002 seçimlerinde, 2001’de çökmüş bir ekonomik sistemi diriltmeye yönelip iktidarın dinci siyasete teslim edilmesine benzer bir süreç yaşanıyor.

Yapılması gerekenin ise bunun tam tersi olduğu apaçık: Yükü tamamen sermaye üzerine yıkılacak şekilde ilk aşamada tarımsal üretimi ve toplumsal tüketimi desteklemek şart. Bunun için “tarımın kullandığı mazottan vergi alınmayacak” vaatleri artık yeterli değil.

Çünkü akaryakıtta vergilerin payı %28’e geriledi ve bundan daha fazlasına gereksinim var. Kısa erimde tarımsal girdilerde doğrudan fiyat desteklerine, destekleme alımlarında da “fark ödemesi sistemine” gidilmesi şart. Toplumsal tüketimin desteklenmesi de buna eklenmeli; düşük gelirli halk kesimlerinin ısınma, aydınlanma ve ulaşım giderlerine devletin doğrudan veya dolaylı yollardan katkıda bulunması düzenlenmeli. Bu kadarı bile neoliberal düzenleme rejiminin dışına çıkılmasını gerektiriyor. Çünkü bu harcamaların en birincil kaynağı, sermaye yönlü vergi ayrıcalıklarının köklü biçimde daraltılmasından geçmeli. 2022 bütçesinde bu ayrıcalıkların toplam tutarı 336 milyar TL boyutuna ulaşıyor.

Bugünkü muhalefet boşluğunda sosyalist sola da büyük sorumluluklar ve görevler düşüyor. Öncelikle solda üç partinin başlattığı “solda güçlü bir odak oluşturma” girişimi daha büyük bir coşkuyla sürdürülmek zorunda. Altılı Mutabakat Metni’ne karşı anti emperyalizmi, laikliği ve sınıf bakışını merkeze alan gerçek bir devrimci mutabakat metni oluşturulmak zorunda. Dayanışma Meclisi bu bakımdan kendisine düşecek her türlü görevi tam bir sorumluluk anlayışıyla yerine getirmeye hazır olacaktır.