Türkiye son haftalarda üç tür toplumsal tepkiyle sarsılıyor. Bu tepkiler çoğunlukla iç içe geçiyor.
Birincisi, emekçiler enflasyon karşısında iyice eriyen ücretlerini, yılın henüz ilk ayında açlık sınırına eşitlenen asgari ücret düzeyinin üzerine çekmeye çalışıyorlar. Kendilerine önerilen düşük ve adil olmayan ücret artışlarına şiddetle itiraz ediyorlar, “iş bırakma” eylemleriyle gündeme oturuyorlar ve toplumun “geçinemiyoruz” diye haykıran diğer kesimleriyle tam bir dayanışma hali sergilemiş oluyorlar.
Son iki ayın emekçi hareketlenmesi, toplu sözleşme kapsamının dışında kalan ve sendikasızlaştırmanın geçerli olduğu işyerlerindeki esas olarak ücret eksenli eylemlilikler olmakla birlikte, çalışma koşullarını iyileştirmeye veya işverenin bu koşulları daha da kötüleştirmesini boşa çıkarmaya dönük eylemleri de kapsıyor. Bu bağlamda örneğin moto-kurye işçileri sektörde giderek yaygınlaşan “esnaf-işçi” modelinin kendilerine dayatılmak istenmesine sert tepkiler gösteriyorlar.
İşçi sınıfının çeşitli kesimlerini kapsayan ve genellikle sendikasız emekçilerin ücret ve hak taleplerinin öne çıktığı bu yaygın eylemler belki nicelik olarak sınırlı olabilir ama bugünkü genel tepki iklimiyle de uyumlu olarak çok yüksek bir toplumsal meşruiyetin de taşıyıcısı durumdalar. Sınıfsal bilinçlenme ve dayanışma potansiyeli bakımından da ekonomik talepleri aşan ve sınıfın temel hak taleplerini içeren bir niteliksel dönüşüme, bir sınıflar mücadelesine geçişe yeni olanaklar yaratmaktalar.
İkincisi, esnaf açısından taşınamaz bir yük haline gelen maliyet artışları, özellikle enerji faturaları üzerinden gelen ve kira düzeylerini bile aşabilen dayanılmaz yükler, Kovid-19 salgınının getirdiği iki yıllık iş kayıplarına eklenince, bu kesimdekiler faaliyetlerini durdurma veya tepkilerini haykırma noktasına gelebiliyorlar. Bu, 2001 krizinde “yazar kasa atma” tepkisini çok aşan bir kitleselliğe bürünüyor. Bu kesim belki de ilk kez yakın geleceklerinde işsiz-güçsüz kalma ve mutlak yoksulluk/açlık tehdidini üzerlerinde hissetmenin karamsar tablosuyla karşılaşıyorlar. Tepkileri daha önce çoğunlukla destek verdikleri siyasal İslamcı iktidara yöneltebilmeleri, siyasal alanda da bazı şeylerin değişmekte olduğunun habercisi sayılabilir.
Bu iki kesimin eylemli tepkilerine bir bütün olarak bakıldığında bir anlamda Özal iktidarının giderek zayıfladığı son dönemlerindeki Bahar Eylemleri ve bunun kazandığı geniş toplumsal meşruiyetle karşılaştırmak da mümkün olabilir. Şimdi de 20 yıldır tek başına hüküm sürdüğü dönemin sonunda giderek zayıflayan ve emek düşmanı yüzü iyice açığa çıkan bir iktidara karşı tepkiler, 1989-1993 dönemine benzer biçimde genel bir toplumsal/siyasal dönüşümün hem habercisi hem de sonucu olarak ortaya çıkıyor. 2022 yılı eylemlerinde doğrudan patronlara yönelik protestoların daha fazla öne çıkması ise bir diğer farklılık olarak belirmekte.
Üçüncüsü, işçi ve esnaf kesimlerinden yükselen ama gerçekte toplumun çiftçiler dahil bütün üretici kesimlerinin tepkilerini de yansıtan bu toplumsal/siyasal tepkilere, tüketici konumunda olan vatandaşın elektrik ve doğalgaz faturalarına karşı isyanı da eşlik ediyor.
Tüketici fiyatlarının yıllık %49’u bulduğu ve önümüzdeki aylarda %70’e kadar çıkmasının beklendiği bir ortamda, doğalgaz faturalarındaki yüklü artışlar ve elektrik faturalarında son bir yılda %72,5-%158,8 arasında gerçekleşen zamlar kitleleri yurdun her yerinde sokağa döküyor.
Ancak enflasyona karşı savunmasız bırakılan kitlelerin tepkileri öylesine şiddetli ki iktidar bir sözde “enflasyonla mücadele” programı daha açıklamak ve kitleleri teskin etmeye çalışmak zorunda kalıyor.
Gıda ürünlerinde KDV’yi %8’den %1’e indirmek gibi önlemlerin şahlanan enflasyon karşısında artık bir anlamı yok ve halk tepkilerini dindirmesi mümkün değil.
İktidarın bir “Enflasyonla Mücadele Timi” kurması veya “Birlikten Berekete” mobil uygulamasıyla “en düşük fiyatlar nerede” şeklinde bir dijital kılavuz oluşturma hamlesi de eğlencelik seviyede sözde önlemler. Paketin boşluğunu en iyi “döviz kuru istikrarı enflasyonu düşürecek” ifadesi özetliyor.
Enerji konusundaki tepkiler sadece fiyat artışlarına karşı değil. Elektrik ve doğalgaz kesintilerine karşı da tüm üretici kesimlerden tepkiler yükseliyor. Onlara, faturalarını ödeyemedikleri için elektrikleri ve doğalgazları kesilen yüzbinlerce yurttaşı da eklemek gerekiyor. İktidar tarafı ise suçu muhalefete ve dünya enerji fiyatlarına atarak sorumlulukları üzerinden atabileceğini sanıyor. 20 yılı boşa harcamış olmayı, enerji güvenliğinde gereğini yapmamış olmayı, güneş ve rüzgâr enerjisi gibi yerli ve temiz kaynaklara yeterince yönelmemeyi, doğalgazda yeterli depolama kapasitesi geliştirmemeyi, özelleştirmeler sonucunda enerjide üretim ve fiyatlar açısından kontrolü elden kaçırmış olmayı, son beş ayda kurları ve enflasyonu kışkırtan akıldışı politikalarla enerji krizini iyice azdırmayı becermeyi vs. açıklayamaz duruma düşüyor ve inandırıcılığını tamamen yitiriyor.
Bütün bunlar iki konunun toplumun gündemine taşınmasına yol açmış bulunuyor:
Birincisi, özelleştirmelerin elektrik gibi kamusal nitelikli alanlarda yapılmasının büyük aymazlık olduğu ve asıl sorunun buradan kaynaklandığı, dolayısıyla çözümün de tekrar devletleştirmeden geçtiğidir.
İkincisi, enerji güvenliğinin ve bunun yerli kaynaklarla çeşitlendirilip bir enerji egemenliğine dönüştürülmesinin bir ekonomi ve toplum açısından ne denli stratejik olduğunun artık daha iyi anlaşılmış olmasıdır.
Sonuç olarak, toplumu saran tepki dalgaları iktidarın çöküşünü kesinleştirmek işlevi dışında düzen muhalefetine de etkili mesajlar iletmekten geri kalmıyor. Buradan daha örgütlü ve sol siyasal hedefleri olan bir halk hareketine geçiş potansiyelleri de üremektedir. Sosyalist sola düşen sorumluluk ve görevler de böylece artmaktadır. Dayanışma Meclisi tam da bunun mücadelesini vermektedir. Bu bağlamda Dayanışma Meclisi yükselen emek mücadeleleri ve halk tepkileriyle tam dayanışma içindedir.