Salgının bütün sorumluluğu sermaye iktidarına aittir
Tüm dünyayı etkileyen COVID-19 salgınında bir yıl geride kaldı. Salgına bağlı olarak ölenlerin sayısı 3 milyona yaklaştı. Avrupa ve Amerika dahil birçok ülkede kısıtlamalar ve yasaklamalar günlük yaşamı felç etti. Tüm bu sürece sermaye sınıfının işgüzarlığı, fırsatçılığı ve emekçilerin örgütsüzlüğü damga vurdu.
Türkiye’de ve tüm kapitalist ülkelerde hastalık sınıfsal bir dağılımla toplumları etkiledi. Deyim yerindeyse süreç “sınıfsal” sürü bağışıklığına bırakıldı. “Evde kal, fiziksel mesafeye uy, hijyenine dikkat et” gibi uyarılar ise naif bireysel çağrılar olarak kaldı. COVID-19, emekçilerin hastalığı olarak tarihteki yerini çoktan aldı.
Pandemi, önce “sınıf” dedi!
Örnek gösterilen kapitalist ülkelerde bile birbirine komşu iki mahallede yaşayanlar arasında COVID-19 farklı ölüm oranlarına sahip oldu: Geliri düşük mahallelerde daha çok kişi hayatını kaybetti. Fotoğraf karelerine yansıyan defin resimleri emekçilere aittir, sermayedarlara değil. Ülkemizde yapılan çalışmalarda da emekçilerin evde kalamadıkları ve bu yüzden evde kalan sermaye sınıfına göre daha çok hastalanıp hayatlarını kaybettikleri saptanmıştır.
Dünya Sağlık Örgütü’nün Mart 2020’deki pandemi ilanı ve küresel ölçekte izlenmesi gereken mücadele önerileri de bu sınıfsal duruma göreydi. Kapitalizm açısından salgın tek bir anlam taşıdı: Sermaye birikimi modeli krizinin eşiğine gelmek ya da gelmemek! Ülkelerin bu krizle baş etme tercihleri de açık olarak bunu gösterdi: İktidarlar sermaye düzenini bir bütün olarak koruma ve sürdürme krizi içine girdiler. Düzenin kendini kurtarma ve güvenceye alma önlemleri, emekçi sınıflara çalışma rejimlerini düzenleyen yasal düzenlemeler olarak yansıdı. Uzaktan çalışma, kısa çalışma ödeneği gibi uygulamaları bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Son 30 yıldır giderek daha çok istenen esnek çalışma yöntem ve araçları salgın fırsatı ile çeşitlendirilmiş oldu.
Önlemler emekçilere saldırı biçimini aldı
Uzaktan çalışma, uzaktan eğitim ya da sokağa çıkma kısıtlamaları sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendi. Türkiye, dünyada okullarını en uzun süre kapalı tutan ülke olarak tarihe geçti. Aynı dönemde, tüm ticaretin %65’ine çöreklenen alışveriş merkezlerinin açık tutulmasında ise sermaye iktidarı hiç tereddüt etmedi. EBA ya da çevrimiçi çalışma gibi uygulamalar emekçilerin değil sermayenin ihtiyaçlarını karşılamıştır.
Salgın önlemleri adı altında ifade ve toplanma özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ise sadece emekçilere ve emekçilerin siyasal örgütlerine karşı işletilmeye kalkışılmıştır. Öbür yandan ise sermaye iktidarı maske dağıtmakta, aşı temin etmekte, sayıları açıklamakta dahi kaos yaratmayı başarmıştır. Lebalep sorumsuzlukla! İktidarın sırtını dayadığı bilim kurulu da salgın içinde uygulanan yanlış, yetersiz önlemlere meşruiyet sağlama işlevi üstlenmiştir.
Uzaktan çalışma büyük bir tuzaktır!
Salgın sermayenin üretim sürecinde hevesle beklediği değişiklikleri yapması için fırsat yarattı. Esnek çalış(tır)ma rejimleri salgın tedbiri olarak hızla yerleşiverdi. Bu geçiş en çok sermayedarları sevindirdi. Salgında durdurulan işler ve kapatılan işletmelerde ise işçilerin her düzey hak ve alacakları gaspedildi.
Çalışmaya devam eden emekçiler için ise, karşı karşıya oldukları riskleri bilme, önlemler talep etme ve iş bırakma hakkı; krizle mücadelede kararlarda söz sahibi olma; çalışma saatleri ve işe ulaşım koşullarının, eşitlikçi, güvenli ve insanca çalışmaya uygun düzenlenmesi talepleri gibi başlıklarda mutlak baskı ve çoğu yerde zorbalığa varan uygulamalar oluştu.
Uzaktan çalışma düzenlemeleri de düzensiz çalışma saatleri, ağır iş yükü, özel hayatın izlenmesi, çeşitlenen mobbing biçimleri, mesleki itibarsızlaşma, yabancılaşma ve yıpranmanın artması, kaygı ve endişe derinleşmesine yol açtı.
Uzaktan çalışma ve diğer esnek çalış(tır)ma uygulamaları, emekçilerin dayanışma, direniş ve mücadele örgütleyebilecekleri tüm kanalları da tıkayacak bir emek rejimi ortaya çıkardı. En nihayetinde çalışma rejimine dönük tüm bu uygulama ve düzenlemeler, emekçi sınıflar açısından yoksullaşma, yaşam kalitesinde önemli oranda kötüleşmenin yanında toplumsal ve siyasal yaşamdan izolasyon anlamına geldi.
Türkiye gericiliği ve sermaye kısıtlamaları iç içe yürüyor
Kapitalist ülkeler açısından başat karşı koyucu eğilim, söz konusu mikrobu ve neden olduğu hastalığı sermaye birikim modellerinin tüm boyutlarına karşı tehdit olmaktan çıkarmaya yönelmek oldu. Pandemi, insanlığın sağlığına, iyiliğine, yaşam kalitesine dönük bir tehdit olarak değil, kapitalist emperyalist sistemin işleyişine karşı bir tehdit olarak algılandı ve buna karşı koymak için de öncelikle sistemin ekonomik ve toplumsal işleyişinin korunmasına dönük önlemler alındı. Tüm kapitalist ülkelerde öncelikle, tıbbi gerekler asgari düzeyde tutularak, üretim ve hizmet süreçlerinin, küresel ölçekte tedarik ve dağıtım zincirlerinin, ticaret, piyasa mekanizmalarının ve tüm bunların finansal düzeneğinin güvencesi ve sürekliliği sağlandı.
Yukarıda tanımlanan Türkiye kapitalizmine özgü durumda sermaye düzeninin korunması güdülerinin yanında dinsel referanslı bir siyasal ve toplumsal düzenin korunması hedefi belirginleşti. Pandemi süresince yaşanan tüm önlem/koruma uygulamalarında sermaye çıkarlarının ve dinsel referanslı alanların öncelikle korumaya alındığını ve piyasa ile içiçe geçmiş ibadet mekanizmalarının, yurttaşların seküler sosyal yaşamlarının karşısına çıkarıldığını izledik.
Aşı sürecinin her aşaması çarpıklıklarla dolu
COVID-19’a karşı aşı geliştirme çalışmaları önceki herhangi bir aşı sürecine göre çok hızla tamamlanmıştır. Bunu bilimin ve bilim emekçilerinin başarısı olarak okumak mümkündür. Ancak unutulmamalıdır ki bilim insanları daha önceki salgınlarda (EBOLA ve SARS) virüslere karşı aşı geliştirme çalışmalarına devam edebilselerdi bu süre çok daha kısa olacaktı. Sermaye sınıfının tercihleri de burada kendini göstermiştir. Piyasada karşılığı düşük olacak aşı çalışmalarına o dönemde kaynak ayrılmamıştır.
COVID-19 ise kârlı bir alan açmıştır. Yeni bir aşı teknolojisi olan mRNA tam da bu kârlılığı yansıtmaktadır. Şirketler COVID-19 aşı geliştirmeleri için kamudan yaklaşık 20 milyar dolardan fazla yatırım ücreti almışlardır ve on yıllar boyunca da “patent” sayesinde milyarlarca dolar kazanmaya devam edeceklerdir.
Benzeri görülmemiş kamu finansmanına rağmen lisans anlaşmaları ve patentler gizlilik içinde yürütülmektedir. Kârını maksimize etmek isteyen şirketlerin patentleri paylaşmaması sonucunda hem yeterli aşı üretilememekte hem de emperyal ülkeler aşıya el koyduğu için üretilen aşılar da eşit dağıtılamamaktadır. ABD, İngiltere ve İsrail milyonları aşılamışken şu an için tek doz aşı bile yapılmamış ülke sayısı 60’tır. Bu ülkelerin 34’ü Afrika’da yer almaktadır. Aşı dayanışması için DSÖ öncülüğünde kurulan birliktelikler ise bu büyük eşitsizliğine derman olmaktan uzaktır.
Aşı rekabeti de dikkat çekicidir ve emperyalist saldırganlığın bir başka görünümüdür. mRNA teknolojisine dayalı aşılar “aristokratik aşı” olarak pazarlanmaktadır. İnaktif aşılar konusunda ise emekçiler yanıltılmaktadır. Süreç öyle bir işlemiştir ki aşı rekabeti Avrupa’da Almanya dahil birçok ülkenin aşısız kalmasına yol açmıştır. Tüm bu tablo içinde Türkiye’de siyasi iktidar aşı sürecini “ayağının ucuyla” yönetmektedir. Sırası gelmesine rağmen %25’leri bulan “aşılanmama” oranlarının sorumlusu siyasi iktidardır. Başkası değil.
Korona muhalefeti etkili olamadı
Salgın ve uygulanan yetersiz önlemler, tüm baskı ve yıldırmalara rağmen haklı bir tepkinin ortaya çıkmasını da sağladı. Salgının başından itibaren birçok bilim insanı ve sınıf örgütü iktidarın uygulamalarına ve işgüzarlığına karşı açıklamalar yaptı, çağrılarda bulundu. Bilim, gerici iktidara rağmen toplumun tekrar ve tekrar dönüp baktığı bir kaynağa dönüştü. Sayılar, istatistikler ve grafikler özellikle sürece dair muhalif seslerin temel araçlarına dönüştü. İktidara, sağlık bakanlığına ve bilim kuruluna farklı dönemeçlerde çağrıda bulunuldu.
Ancak yine de korona muhalefeti açık ve net bir siyasi yön/ doğrultu işaret etmekten uzak durdu. İktidar için ise sayıları ya da grafikleri yönetmek kitleleri yönetmekten daha kolaydı ve sonuç muhalefetin amaçladığının aksine iktidarın uygulamalarının bir sonraki aşamada meşruiyet kazanması oldu.
Benzer biçimde iktidar sağlık emekçileri üzerinden prim yaptı! Tam tersi olması gerekirken, on binlerce sağlıkçı hastalanıp yüzlercesi de yaşamını kaybederken. Balkon alkışlamaları, üç ay verilen “döner sermaye”, altı boş bir “sağlıkçı” yüceltmesi iktidarın salgındaki sorumsuzluğunu örtmeye yaradı. Ayrıca 2020’de salgına karşı merkezi bütçeden ayrılan kaynaklardan sağlık sistemine ve emekçilere gelir desteğine dönük kalemler fevkalade sınırlı kaldı; şirketlere (sermayeye) dönük teşvikler, transferler ise aslan payını aldı.
Defalarca yalan söylediği ortaya çıkan bir bakanın halen koltuğunda oturabilmesi ise düşündürücüdür.
Emekçiler el koymadıkça salgın düzeni bitmeyecek
Sağlık hizmetleri sermayenin gereksinimleri doğrultusunda örgütlendiği, üretimsel/örgütsel ilişkiler daha fazla kâr üzerine kurulduğu ve emekçiler nitelikli sağlık hizmetine ücret ödemeden erişemediği için bu düzenin salgını bitiremeyeceği açıktır. Salgının ana sebebi kapitalist üretim şekli olduğu için sosyalist bir düzende böyle bir salgının oluşmayacağı da bir gerçektir. Sosyalizmde ortaya çıkacak bir salgın ise kapitalist tıp tarafından kutsallaştırılan tedavi etme odaklı tıp yerine önleyici / koruyucu tıp ile karşılanacaktır. Bireysel değil toplumsal müdahaleler yapılacaktır. Sağlık hizmetleri emekçilerin gereksinimleri doğrultusunda örgütlenmiş olduğu için salgın kolaylıkla kontrol altına alınacaktır.
Dünyadaki en başarılı salgın yönetimi, iyi gelişmiş toplum sağlığı sistemine, kararlı bir merkezi hükümete, kapsamlı test, izleme ve karantinaya dayalı proaktif bir sınırlama stratejisine atfedilmektedir. Salgının kontrolü ve sonlanması için de sosyalizm gerekmektedir.
Emekçiler dayanışma içinde sürece el koymalı
Şimdi tüm bu tablonun içinde salgının ikinci yılına girdik. Siyasi iktidar lebalep kongrelerini ve şovlarını tamamladıktan ve salgını bir kez daha kontrolden çıkardıktan sonra önlemleri yeniden uygulamaya koyuyor. Bu işgüzarlık sermaye fırsatçılığı ile birleşiyor. Salgında rekorlar kıran sermaye iktidarı bölgesel maceralara açılmaktadır. Aşılama ve önlemleri ise olduğu kadarıyla gündemine almaktadır.
Toplumumuzun salgından yorulduğunun farkındayız. Muhtemelen yaz ayları düşük sayılarla geçtikten sonra sonbaharda yeni bir dalga bizleri bekliyor olacak. Türkiye %65 aşılama eşiğine bile ancak gelecek yıl ulaşabilecektir. Bu koşullarda gerici sermaye iktidarı oldukça işine gelen önlemlerle süreci yönetmeyi istemektedir.
Salgını ve sermaye sınıfının uygulamalarını bitirmek bu durumda sadece emekçi halkımızın ellerindedir. Salgın “maske-mesafe-hijyen” basitliğinin ötesinde emekçi dayanışması ile ele alınmalıdır. Halkımız işyerlerinden ve yaşam alanlarından başlayarak salgına ve sermaye sınıfına karşı, kendisi için ayağa kalkmalıdır.