İnsanların büyük bölümü kendi doğrudan deneyim alanlarının dışında kalan tüm dünyayı, bu dünyadaki olay ve olguları, çok büyük ölçüde medya tarafından yapılan gerçeklik tanımlarıyla algılarlar, öğrenirler. Kısaca, ideolojik tutum alışlar medya tarafından oluşturulur ve yeniden üretilir. Bu nedenle, konu başta “siyaset” olmak üzere iktidar olgusuyla doğrudan bağlantılıdır. Böylece kitle iletişim araçlarının mülkiyetine ve/veya denetimine sahip olmanın anlam ve önemi, kapitalist sistemde belirleyicidir.
***
TÜRKİYE’DE MEDYANIN İNİŞLİ ÇIKIŞLI TARİHÇESİ
Türkiye’nin basın tarihi hürriyetin ilanı ile başlar. Bu başlangıç II. Abdülhamit’in basını sıkı denetim altında tuttuğu dönemin sonudur. Hamit’in devrilmesi ile gazetelerin basılmadan sansür edildiği dönem kapanmış ve sansürsüz basın anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Bu gelişme bir matbuat patlamasına yol açtı. Hürriyetin ilanını takip eden yedi ay içinde 700’ün üzerinde gazete çıkarma izni alındı. Bunların çoğu kısa ömürlü olsa da basın tarihi açısından gerçek bir özgürlük dönemidir.
1909’da çıkarılan ve basın özgürlüğünü yeniden zapturapt altına alan matbuat kanununu 1931’e kadar yürürlükte kaldı. İlk gazeteci cinayetleri İttihat ve Terakki döneminde ortaya çıktı. Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey, İttihat ve Terakki karşıtı yazıları nedeniyle öldürüldü. İttihat ve Terakki’nin üyesi Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinin ardından sansür dönemi yeniden başladı. Birçok gazeteci sürgün ve hapis cezaları ile karşı karşıya kaldı.
1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu toplumun tamamı gibi basını da sıkıyönetim kurallarına göre faaliyete zorlamıştı. Cumhuriyet tarihinin ilk basın yasağı olarak tarihe geçecek kanun ile muhalif basın susturuldu. Aralarında Aydınlık ve Orak-Çekiç’in de bulunduğu pek çok gazete kapatıldı.
1931 yılında sakıncalı yayın yapan gazetelerin kapatılmasını içeren cumhuriyet döneminin ilk basın kanunu çıkarıldı. 1938 yılında eklenen maddelerle istenmeyen kişilerin gazetecilik yapması yasaklandı.
İkinci Dünya Savaşının ardından basına yönelik baskılar daha da ağırlaştı.
İktidar partisi CHP, anti-komünizm histerisinin kontrolden çıkmasına göz yumdu. 4 Aralık 1945 günü kışkırtılmış Turancılar ve İslamcılardan oluşan grup, “Komünist basını” protesto etmek amacıyla İstanbul Üniversitesi’nden Bâb-ı Âli’ye yürüdü. Tan gazetesini basan faşist güruh gazete binasını ve matbaasını tahrip etti ve yağmaladı. “Allah, Allah”, “Komünistlere ölüm” nidâlarıyla Beyoğlu’na çıkan göstericiler, burada da sol eğilimli Görüşler, Yeni Dünya ve La Turquie Kemaliste gazetelerine saldırdı, çok sayıda kişiyi yaraladı. Kalabalıktan bir bölüm daha sonra Büyük Doğu dergisinin önüne giderek Necip Fazıl lehinde tezahüratta bulundu.
Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında basına yönelik hoşgörü, kısa zamanda ağır bir baskıya dönüştü. Gazetelerin en önemli gelir kaynağı olan resmî ilanlar iktidar yanlısı basına aktarıldı. Muhalif gazetelerin kâğıt almasına güçlük çıkarıldı. Çok sayıda gazeteci takibata uğradı, binlerce dava açıldı.
Demokrat Parti iktidarına duyulan tepkinin sonucunda gelişen 27 Mayıs darbesi bu ağır sansür kuşatmasını kaldırdı. 1961 Anayasası’yla “özgürlükler” hayli genişletilmiş ve güvence altına alınmıştı. 1960 ve 1970’li yıllar basının nefes aldığı, çeşitlendiği, renklendiği yıllar oldu.
Düzenin bu özgürleşmeye cevabı kontrol ettiği çok satan renkli yayınlarla basının içini boşaltmak ve halkı çarpık bilgilendirmenin bir aracı haline getirmek oldu. Basının büyük kapanışının miladı ise 1980 yılıdır. 1908’de başlayan “özgür basın” tarihi 1980’de tam kırılmaya uğradı. Bu tarihe kadar daha çok sol ve sosyalist yayınlara yönelen baskı ve sansürün alanı tüm basına genişletildi.
24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi ile başlayan toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşüm basını da zorunlu olarak dönüşmeye zorladı. Bu dönüşüm 1979’da Aydın Doğan’ın Milliyet’i satın alması ile başlar. Giderek basının büyük patronların yan uğraşlarından birine dönüşmesi ile nihayete erer…
Sermayenin basına girişinin ilk sonucu basın emekçilerini
sendikasızlaştırmanın yolunu açması oldu. Siyasal iktidarlarınyeni bir güç odağına (4. Kuvvet!) dönüşen basını teşvik ve primlere boğduğu ilk dönemde gazetecilere ödenen yüksek maaşlar sendikasızlaştırmanın sorunsuz gelişmesini kolaylaştırdı. Basın işkolunda sendikasızlaşma, 12 Eylül’den bugüne kalan en kronik sorunlardan biri oldu.
AKP iktidara geldiğinde medya büyük ölçüde başka işler yapan ve basını o işlerini desteklesin diye elinde tutan patronların elindeydi. O patronların esas işleri de büyük ölçüde iktidarla kurduğu iyi ilişkilere bağlıydı. AKP iktidarı bunu basını bütünüyle kontrolüne almak için bir manivela olarak kullandı.
AKP’nin medya patronlarına karşı ilk operasyonu medya gücünü siyasi güce tevil etmeye çalışan Uzan Grubuna oldu. Ardından batık bankasını gerekçe göstererek Dinç Bilgin’in Sabah-ATV grubuna el koydu. Sabah-ATV iktidara “yandaş” Çalık Grubu’na devredildi. Çalık Grubu’nun o dönemki Genel Müdürü, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’tı. Bu medya grupları iktidara yakın çeşitli sermaye odakları arasında ihtiyaca göre defalarca el değiştirdi.
Doğuş Grubu’nun kontrolündeki medya ise eksen değişikliği yaparak iktidarın müdahalesine gerektirmeyecek bir çizgiye geldi. İktidara tavizler vererek bir denge tutturmaya çalışan Doğan Grubu en son teslim olanlardan biriydi. İnişli çıkışlı bir dönemden sonra o da elindeki medyayı AKP’nin işaret ettiği Demirören Grubuna devretmek zorunda kaldı. Fethullahçıların kontrolündeki medya organları da 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından tamamen tasfiye edildi.
Türkiye’de resmi tiraj verilerine göre en çok satan 10 gazeteden 9’u, en çok izlenen 10 TV kanalından 9’u, en çok dinlenen 10 radyodan 7’si ya tamamen ya da kısmen iktidarın kontrolündeki sermaye gruplarının eline geçti. Genel ve yerel medya sahipliğinin iktidar ile ilişkileri göz önünde tutulduğunda medya üzerinde AKP’nin kontrolü yüzde 95’e ulaşıyor.
Buna rağmen AKP iktidarı ağır sansür uygulamaları ile basında çıkan son “çatlak” sesleri de susturmaya çalışıyor. Çünkü iktidarın elinde bir iktidar bültenine dönüşen basın-yayın organları inandırıcılığını yitiriyor, kontrol edemediği medyanın etkisi artıyor.
“Ana akım medya”nın geniş ikna yeteneğini yitiriş sürecinin en önemli halkalarından biri de Gezi Direnişi oldu. Direniş, iktidarın himayesindeki basının nasıl felç olduğunu ortaya çıkarmıştı. Gezi ile birlikte medyanın yandaşlığı, haber çarpıtmaları, Kabataş ve Dolmabahçe düzmecesinde olduğu gibi alenen “halkı kin ve nefrete kışkırtma” suçunu işlemeleri, gizlenir şeyler olmaktan çıktı. Basının ana akımına partizan ve iftiracı bir dil hâkim oldu.
Gezi sonrası süreçte AKP’nin giderek medyayı tahakküm altına almasıyla özellikle ana akım medyada sendikasızlık ortamında geniş çaplı işten çıkartmalarla büyük bir işsiz gazeteci kesimi ortaya çıktı. Bu geniş kesim, yine AKP’nin medya düzenlemelerinin de sonucu olarak Türkiye’ye konuşlanmış bulunan yabancı devletlerin resmi yayın organları yahut onlarla dolaylı da olsa bağlantılı bulunan yabancı medya kuruluşları için çalışanlar ordusu yarattı.
ABDÜLHAMİT SANSÜRÜNÜN GERİ DÖNÜŞÜ
Basın üzerindeki bu sıkı kontrolün sonuçlarından biri Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Hazine Bakanı olan damadı Berak Albayrak’ın istifası ile ortaya çıktı. 1990’lı yıllarda özel radyo ve televizyonları denetlemek amacıyla oluşturulan ve AKP döneminde amansız bir sansür aracına dönüştürülen Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Üyesi İlhan Taşçı’nın açıklamasına göre, Berat Albayrak’ın istifasını duyurmasının ardından, 1.775 radyo ve televizyon kanalı 24 saat boyunca bu istifayı halktan ve Türkiye’den gizledi.
Berat Albayrak, istifasını basın aracılığıyla değil Instagram hesabından yaptığı açıklama ile duyurmuştu; herhalde kendisinin de yaratılmasına ortak olduğu sansürcü düzende bu açıklamayı basının veremeyeceğinin bilincindeydi. Bir başka açıdanbu olay ülkedeki 1.775 radyo ve televizyonun doğrudan iktidarın kontrolünde olduğunun, onların iktidar bültenleri yayınlamanın ötesinde herhangi bir işlevleri olmadığının açık bir göstergesiydi.
Kaldı ki kamuoyunu etkileyeceği düşünülen her olayda en az basın kadar baskı altında olan yargı aracılığıyla yayın ve erişim yasakları getiriliyor. Bu arada, denetimle baskının özdeşleştiği RTÜK yanında, Basın ve İlan Kurumu da basına baskı aracının bir sopasına dönüştürülmüş bulunuyor. Cumhuriyet Gazetesi’ne getirilen 45 günlük resmi ilan cezası bunun en son örneğini oluşturuyor.
12 Eylül’le başlayan sansürün AKP döneminde “Abdülhamit Sansürü”ne dönüşmesinin yarattığı tablo çok ağır:
-AKP döneminde SEKA Kâğıt fabrikasının özelleştirilerek kapatılması Türkiye’de basın yayın alanını kâğıtta tamamen dışa bağımlı hale getirdi.
-Dünya Basın Özgürlüğü Endeksinde 180 ülke arasında 2002’de 99. sırada olan Türkiye, 2019’da 157. sıraya geriledi.
-10 yılda 10 bin gazeteci işsiz kaldı. Yüzde 30 işsizlik oranıyla gazetecilik mesleği Türkiye’de işsizlikte ikinci sıraya geldi. Son bir yılda güvenlik gerekçesiyle 680 gazetecinin basın kartı iptal edildi.
-Basın-Yayın gazetecilik işkolundaki kayıtlı 86 bin 500 çalışan içinde sendikalı sayısı 6 bin 507’ye geriledi.
-Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın kurulmasıyla birlikte oluşturulan Basın Kartları Komisyonu ile Basın İlan Kurumu Yönetim Kurulu’nda, bağımsız hiçbir basın meslek örgütü temsilcisi yer almazken, RTÜK’ün görüştüğü dosyaların tamamı muhalif olarak görülen radyo ve televizyonlara ait oldu.
-Sonuç itibariyle bugün Türkiye’de halkın yüzde 70’inin medyaya güvenmediği bir noktaya gelindi.
YENİ HEDEF SOSYAL MEDYA
Gezi sonrası süreçte, AKP iktidarının medya üzerindeki tahakkümünün artmasının bir başka sonucu, Türkiye medyasında artık ‘AKP’leşmiş’ ana akımın gazete ve televizyonlardan haber alamayan yurttaşların sosyal medya platformlarına yönelmesi oldu. Batı kaynaklı ve fonlu sosyal medya ağları pıtrak gibi çoğaldı. Sosyal medyanın AKP yaratımı medyadan daha fazla önemsendiği ve gündem yarattığı bir ortamın oluşması, iktidarı bu kez de sosyal medya ağlarına yönelik kıskaç harekâtlarına yöneltti.
İktidarın bu amaçla hazırladığı sosyal medya düzenlemesi Meclis’ten geçerek yasalaştı. Sosyal medya platformlarına sansür uygulamaları yeni olmasa da bu düzenlemeyle birlikte iktidarı rahatsız edebilecek yolsuzluk haberleri için “unutulma hakkı”nın kullanılması gündeme getirildi. Yeni düzenlemeye göre ağ sağlayıcıların Türkiye’de temsilci bulundurmaları ve sakıncalı bulunan içerikleri kaldırmaları zorunlu kılındı. Bu ortamın sayılarla ifadesi de şöyle:
-Sosyal medya platformları hakkında yeni bir düzenleme yapılmış olsa da, sansür ve yasaklamalar yeni değildi. 2019 verilerine göre Türkiye’de erişime engellenen internet sitesi sayısı 288 bin 310 oldu. Mayıs 2020 itibarıyla, 415 bin internet sitesi, 140 bin link, 12 bin YouTube sayfası ve 6 bin 500 Facebook hesabı engellendi.
-Twitter Şeffaflık raporlarına göre ise 2012 başı ve 2019 birinci yarıyıl sonu itibarıyla Twitter’a dünya genelinde gönderilen 7 bin 396 mahkeme kararından toplam 5 bin 487’si (yüzde 74) Türkiye’den gitti.
-Bunların yanında sosyal medyadaki bireysel paylaşımları nedeniyle de çok sayıda kişi gözaltına alındı, tutuklandı. Sayısı 30 bini aşan “Cumhurbaşkanı’na hakaret” davalarının büyük bölümüne gerekçe olarak yurttaşların sosyal medya paylaşımları örnek gösterildi.
-Daha önce sosyal medya ekibi için 6 bin kişiyi çalıştırdığı, bu alanda organize şekilde muhalifleri hedef aldığı iddialarıyla gündeme gelen AKP’nin trollerinin tetiklemesiyle muhalif sanatçılar gözaltına alındı, hâkimler görevden uzaklaştırıldı veya haklarında soruşturma başlatıldı. Bunlar halen devam etmekte.
Ülkemizde bir asrı aşan basın tarihi gelgitlerle, iktidarın saldırılarıyla, sermayenin tasallutuyla şekillendi. Kısa özgürlük dönemlerini uzun sansür dönemleri izledi. Bu sansür girişimleri pek çok kez fiili saldırıya dönüştü. Bu bir asırda 65 gazeteci öldürüldü, çoğunun faili bulunamadı. Buna karşılık, bağımsız habercilik yapan gazetecilerin cezalandırılması, hapse atılması olağanlaştırıldı. Halen 127 gazeteci cezaevlerinde tutuluyor.
Laik Cumhuriyetin yıkılmasıyla ülkedeki basın da kendi üzerine çökmüş durumda. Tıpkı Abdülhamit döneminde olduğu gibi basında sansür esas, özgürlük arızi bir duruma dönüştü. Bu durum, iktidarın siyasi baskıları yanında medyadaki mülkiyetin iktidardan beslenen sermayedarlar elinde tekelleşmesinin de doğal bir sonucuydu. Kapitalizmin sınırlarını aşacak bir özgür basının kurulması ise laikliğin ve cumhuriyetin yeniden inşası yanında, medyadaki sermaye egemenliğinin kaldırılmasıyla da çok yakından ilgili olacak. 1908’de “hürriyet” başlama vuruşunu yapmıştı, tamamına erdirmek ise “eşitlik” ile mümkün olacak.