Kategoriler
Bildiri

2021’den 2022’ye Türkiye

2021 Almanak

Güncel Siyaset ve Rejim

2021 yılında iktidarda tek başına 19. yılını tamamlayan AKP siyaseti, bu uzun iktidar süresinin bütün yıpranmışlığını üzerinde taşıyan, yorgun, olaylarla başa çıkmakta zorlanan ve özellikle ekonomi alanındaki yönetim kapasitesi iyice aşınan bir parti görünümünde oldu. 19 yıl boyunca siyasette hegemonyasını koruyabilmek için içte ve dışta neredeyse denemediği ittifak kalmayan bir siyasi hareket, adeta artık oynayacak kozlarının kalmadığı bir finale doğru yol almaktaydı.

Topluma söyleyecek yeni sözü, dinci referanslar dışında vereceği mesajı kalmamış, geleceğe dönük vaatleri tükenmiş veya inandırıcılıktan tamamen kopmuş olan bir dinci siyasi hareketin, iktidarını korumak adına yeni kumpaslar ve zorbalıklardan başka başvuracağı araç kalmamış gibiydi. Yol açtığı krizler, hukuki ve askeri darbeler, şaibeli işlemler, iktidar partisinin suç dosyasını da iyice kabartmaktaydı.

Cumhuriyet’in ilke ve kurumlarının nihai yıkımı ve ele geçirilmesinde gösterdiği büyük “başarı” ve gayretkeşliği, hedefindeki faşizan dinci rejimin kurulmasında tam anlamıyla gösteremeyen ve bunu başaramayacağını da gören iktidar bloku, şimdi yalnızca yolsuzluk ve hukuksuzluklarının hesabını vermemek üzere iktidara tutunmanın çarelerini aramaktaydı. 

***

Sermaye yönlü uygulamaları bakımından ANAP dahil gelmiş geçmiş tüm iktidarların açık ara önünde yer alan; iç ve dış sermayeye aktardığı devasa boyutlu kaynaklarla bu kesimlerin gözdesi olan AKP iktidarı, ekonomide sistemin kuralları dışına çıkma maceralarına giriştiği son dönemlerde, sermaye sınıfının da yeni siyasi alternatifler aramasına zemin hazırlamıştır. Bu durum, mevcut iktidarın tedirginliğini ve hırçınlığını arttırdığı kadar genelde sermayeye özelde kendi peydahlandırdığı büyük sermayeye olan gelir ve servet transferlerini de akıl almaz biçimlere büründürmüştür. Buna rağmen bu tür hamleleri, sermayenin uzun erimli çıkarlarının korunması bakımından, iktidarın güvenilmezlik katsayısını yukarıya taşıyan hamleler olarak görülmekten öteye gidememiştir.

2022 yılının eşiğinde görülen manzara şudur: Oy tabanı giderek daralan ve bunu durdurmak için kötüleşen ekonomik koşulları mucizevi bir biçimde düzeltebileceğine inanan bir iktidarın tuhaf reçetelere bel bağlayan çaresizlik çırpınışları… Dünya ve ülke koşullarının tamamen farklılaştığı bir ortamda, iktidar son olarak 2017’de büyük bir zorlamayla denediği düşük faizli krediler üzerinden hormonlu bir büyüme macerasını seçimler öncesinde yeniden denemek sevdasına düşmüştür. Ama herşey tepetaklak gitmektedir: Politika faizleri düşürülürken piyasa faizleri, döviz kurları ve enflasyon önlenemez bir yükseliş trendine girmekte; kamunun denetlediği fiyatlardaki astronomik artışlar da buna eşlik etmektedir. Buradan seçimleri kurtaracak bir çıkış yolu bulunması çok zordur.

İktidarın bu koşullar altında, seçimleri ertelemek veya OHAL koşulları altında gasp etmek, yargı ve kolluk sopasını kullanarak siyasi rakiplerine karşı yeni kumpaslar kurmak gibi seçenekler üzerinde çalışmadığını kim söyleyebilir? Ancak Türkiye bir Orta Asya ülkesi değildir ve bu tür kumpaslarla iktidarının ömrünü uzatma imkânları da sınırlıdır. 

***

Düzen içi muhalefeti temsil eden Millet İttifakı ve buna eklemlenen AKP türevi iki partinin muhalefet ufku ise, AKP’nin IMF güdümündeki ilk dönemini kapsayan bir “restorasyon” projesinden öteye gitmemektedir.  Hatta iktidardan kopmuş partiler açısından AKP’nin “kuruluş ayarlarına” dönmekten ibarettir. Bu “kuruluş ayarları” retoriği esasen baştan sorunludur: AKP’yi başlangıçta düzenin sınırlarını zorlamaya hiç niyeti olmayan ama dinci hassasiyetleri olan muhafazakâr-liberal-demokrat bir siyasi hareket olarak pazarlamayı içermektedir ve tamamen gerçek dışı olduğu zor yoldan öğrenilmiştir. Liberallerin öğrenip-öğrenemediği ise tartışmalıdır. 

Böyle bir restorasyon projesi doğal olarak 2017 Anayasası öncesine yani “Başkancı rejim” öncesinin parlamenter rejimine dönüşü baş sıraya yazacaktır. Buna bir de “güçlü” ön sıfatının eklenmesi sanki “iddiayı” güçlendirecektir. Nitekim bu konuda 6 düzen partisinin uzun bir görüşme maratonu sonrasında 2021 yılı sonbaharında ortak bir zemine çok yaklaştığı bilinmektedir. Burada sorun, muhalefetin seçimleri kazanıp Meclis’te Anayasayı değiştirme çoğunluğuna (360 milletvekiline) ulaşılamadığı durumda çıkacaktır. Seçimleri izleyen dönemin yönetiminde iç siyasi dengelerin nasıl korunacağı meselesi, büyük ölçüde tarafların siyasi pragmatizmine bırakılmıştır ama sorunlarla yüklü olacağı da anlaşılmaktadır.

Bu arada bugünkü muhalefetin Erdoğan’ın üçüncü kez aday olamayacağına ilişkin Anayasa kuralını tartışma konusu bile yapmıyor oluşu bir tür siyasi ürkeklik örneği olarak karşımızdadır. Bunun arkasındaki neden, bu tür bir itirazdan sonuç alınamayacağı düşünüldüğünden ve/veya iktidarın adayından çekiniliyormuş izlenimi verilmek istenmediğinden kaynaklanıyor olabilir; her durumda bu konu genel bir siyasi edilgenliğin tamamlayıcı parçasından ibarettir.

Türkiye’deki rejim tartışmalarının “başkancı-parlamenter” rejimler arasındaki tercih sığlığına gömülmesi de asıl sorunların perdelenmesi anlamına gelecektir. AKP iktidarının Cumhuriyet rejimi yıkıcılığında aldığı mesafeler tersine döndürülemeyecekse, laiklikten verilen ödünlerle, dinci eğitimin yaygınlaşmasıyla hesaplaşılmayacaksa, vs., rejim tartışmalarının siyasi düzlemde bile çok ileriye götürülemeyeceği açık değil midir? Düzen muhalefeti içinde sürdürülen seçim sonrasının rejim tartışmalarında -endişeli muhafazakârlar bahanesiyle- bu konuların bilhassa es geçildiğini düşünmek için çok sayıda işaret vardır. AKP’nin değil asıl Cumhuriyet’in kuruluş ayarlarına dönme konusu bile, hiçbirinin sorunu değil gibidir. 

Rejim tartışmalarının en önemli unsuru olması gereken ekonomik rejimin niteliği konusunun da aynı biçimde es geçildiği görülmektedir. Muhalefet partilerinin ortak yaklaşımının, iktidar partisinin aşırılıklarının, egemen sistem dışına çıkışlarının törpülenmesi ve neoliberal düzenleme rejimine sadakatin vurgulanması şeklinde belirginleştiği anlaşılmaktadır. Bunun adı da sıkı para ve maliye politikalarına dayalı bir anti-enflasyonist istikrar programı olacaktır ve bunun IMF programlarından temel bir farkı olmayacaktır. Kısa vadede istikrar sağlansa bile esas yükü gene halka bindirilecek böyle bir programla Türkiye’nin gidebileceği fazla bir yolu bulunmamaktadır. Oysa Türkiye toplumunun emeğin birikmiş kayıplarının telafisinin gündeme getirilmesine ihtiyacı vardır.

Türkiye’nin dışa bağımlılık çemberini kırıp kalkınma yolunda gerçek bir atılım yapabilmesi, her şeyden önce sermayenin sınırsız sömürü düzeni olan neoliberal düzenleme rejiminin dışına çıkılabilmesiyle başlatılabilecektir. Ama bunun için dahi anti-kapitalist bir siyasi mevzilenme şarttır. Demek ki herşey sosyalist hareketin güçlenmesine ve emeğin cumhuriyetinin hedeflenmesine bağlıdır. Dayanışma Meclisi de bunun için vardır.

Güncel Siyaset ve Rejim Tartışmaları Komisyonu

2021 Yılında Dış Politika Kime Hizmet Etti?

2021 yılı, sermaye sınıfının çıkarlarını en temel önceliği olarak AKP rejiminin, emekçilerin ürettiği artı değeri hoyratça savurarak yürüttüğü saldırgan ve yayılmacı dış  politikasının duraklama ve gerileme dönemi olarak kayda geçmiştir. Öte yandan duraklamaya giren artı değerin savurganca harcanması değil, yayılmacı politikadır.

Ülkenin maddi ve manevi imkânlarıyla uyumlu olmayan maceracı ve militarist dış politika, neredeyse her cephede tıkanmıştır. Bu girdaptan çıkmak için AKP iktidarı her cephede daha çok ödün vererek hükümet etme gücünü sürdürebilir kılmaya çalışmış ve emperyalizmin Avrupa ve ABD versiyonlarına dış politikada restorasyon sözleri vermeye devam etmiştir. Bütün cephelerde yürütülen yayılmacı ve saldırgan siyasetin kısa sürede normalleştirilmesi ve restorasyonu nesnel gerçeklerle uyumlu ve mümkün olmadığı gibi, dış politikada bu denli hızlı “değişime” dayanan yeni politikalar da Türkiye’nin emekçi halkının dış politika alanındaki meşru çıkarlarıyla uyumlu olmayan, geniş ve kalıcı hasarlar yaratabilecek tavizlere yol açma riski taşımaktadır.

Donald Trump başkanlığı döneminde kapitalist-emperyalist düzenin çıkarına hizmet eden politikalar, Joe Biden’ın başkanlığı döneminde görüntü ve söylemde bazı değişikliklere uğramakla birlikte, esas bakımından devamlılık göstermektedir. Kapitalist-emperyalist düzene entegre olmuş, küresel sermaye ile organik bağlarını yıllar önce tesis etmiş ve piyasacı sermaye birikim modeline yeni değerlendirme alanları açılmasında NATO-AB ekseniyle ortak çıkar birliğine girmiş Türkiye burjuvazisinin öncelikli refleksi, Biden döneminin öngörülerine uygun pozisyon almak olmuştur. AKP rejiminin dış politikadaki genel yönelimi de bir taraftan bu temel çıkarlara hizmet etme yönünde şekillenirken diğer taraftan da milliyetçi-dinci retorik ve milli birlik vurgusu ile donatılmış dış politika söylemlerini iktidarının iç siyasi bekasının (ekonomik ve toplumsal buhran koşullarında) korunması için kullanmak olmuştur. 

Biden’ın iktidara gelişi sonrası ABD ile ilişkilerin yeniden “rayına” oturtulmasına yönelik tavizlerin ilk işareti, 24 Nisan günü Biden’ın “Soykırım” ifadesine gösterilen cılız tepkiyle verilmiştir. ABD ile ilişkilerin düzeltilmesi ve bedeli halkımız tarafından karşılanacak milyarlarca dolarlık silah alımları için ABD’ye heyet üzerine heyet gönderilmiş ve ricacı olunmuştur. Bu çabaların tamamlayıcı bir unsuru da Karadeniz ve Baltıklar’da Rusya Federasyonu’na karşı yürütülen saldırgan NATO siyasetine verilen tedirgin destekte görülmüştür. 

ABD ve genel olarak emperyalizmin Batı cephesiyle ilişkileri düzeltmek için verilen tavizlerin bölgesel yansımaları Orta-Doğu’da da net bir şekilde görülmektedir. AKP bölgedeki emperyalizm ortaklarıyla yakınlaşabilmek için 2021 yılında ciddi bir gayret içerisine girmiştir. Yıllardır sürdürülen politikayla Türkiye’ye düşman haline getirilen Mısır’la yakınlaşma girişimleri devam etmektedir. Bu amaçla Türkiye’de yuvalandırılan Müslüman Kardeşler Örgütü üyelerinin faaliyetleri büyük ölçüde kısıtlanmış, fakat tamamen sonlandırılmamıştır. Buna karşın, Mısır’la ilişkilerde kayda değer bir ilerleme sağlanamadığı gibi, bu ülkenin Akdeniz’de Türkiye’ye karşı Yunanistan öncülüğünde oluşturulan ittifaktan uzaklaştırılması da gerçekleştirilememiştir. 

Emperyalizmin bölgedeki taşeronlarından Birleşik Arap Emirlikleri ile güçlendirilmeye çalışan ilişkiler ve bu alanda verilen tavizler iktidar bloku dış politikasının ilkeli ve tutarlı olmadığını, tek hedefinin iktidarda kalmak olduğunu somut şekilde ortaya koymaktadır. Bu görüntü aynı zamanda Türkiye’deki siyasal İslamcıların her başları sıkıştığında arkasına saklandıkları Filistin Davası’nın savunuculuğu kisvesinin samimiyetten ne derece uzak olduğunu da göstermektedir. Filistin halkının kaderini İsrail’in merhametine teslim eden İbrahim Anlaşmaları’nın öncüsü ve imzacısı olan Birleşik Arap Emirlikleri’yle kol kola girmenin Filistin Halkı’na ihanetten başka bir anlamı yoktur.

Türkiye kamuoyu 2021 yılı boyunca Suriye’ye yapılacak farazi “terörle mücadele” operasyonlarıyla oyalanmıştır. Oysa hatalı olduğu kadar kanlı bedelleri de olan politikalar sonucu Suriye’de hem ABD hem de Rusya ile komşu hale gelen AKP Türkiye’sinin kımıldayacak bir yeri kalmamıştır. Suriye’de tek çözümün bu ülkenin toprak bütünlüğüne saygı göstermek ve işgal edilen, hatta yer yer fiili işgal yönetimleri tesis edilen topraklardan derhal çekilmek olduğu gerçeğinin üstü örtülmeye çalışılmaktadır.

AKP’nin Doğu Akdeniz’de baştan aşağı kurgu ürünü olan “Mavi Vatan” nitelemesiyle yürüttüğü gürültücü politikanın somut sonucu, Yunanistan burjuvazisinin bölgede hayal edemeyeceği ölçüde önem kazanan bir role kavuşması olmuştur. Yunanistan fırsatı değerlendirerek Akdeniz ve Balkanlar’da ABD ve AB emperyalizminin ileri karakolu haline gelmeyi, böylelikle Türkiye’yle olan ikili sorunlarında destek ve üstünlük elde etmeyi başarmak üzeredir. Bu başarı(!)  Miçotakis Hükümeti’ne olduğu kadar, AKP rejimine de aittir.

Kıbrıs’ta önceki yılın sonunda başlayan ve geçen yıl da şiddetlenerek devam eden adı konulmamış vilayetleştirme süreci, Türkiye’de devam eden ekonomik talanın Mersin’in güneyinde de yaygınlaştırılmasına hizmet ettiği gibi, Ada’da kalıcı barış ve istikrarın tesisi ihtimalini de ortadan kaldırmakta,  aynı zamanda Türkiye’nin Ada’daki mevcudiyetinin yegane meşruiyet kaynağını oluşturan Kıbrıs Türkleri’nin iradesini hiçe saymakta ve bu halkın maddi ve manevi anlamda tükenişine hizmet etmektedir.  

AKP’nin Türkiye halkının temel hak ve çıkarlarına verdiği zarar bunlarla da sınırlı kalmamaktadır. AKP Türkiye’si 2021 yılında Avrupa Birliği ile ilişkilerini tam da Birliğin istediği eksene oturtmayı başarmıştır. Bu eksen iki önemli işlevden ibarettir. Türkiye bir yandan Avrupa sınai sermayesinin ihtiyaç duyduğu girdileri ucuz ve kesintisiz şekilde sağlarken, bir yandan da AB’nin isteği doğrultusunda göç hareketlerini Türkiye’de tutma görevini yerine getirmektedir.  Özetle, AKP’yi Türkiye’de iktidara taşımak için ciddi kaynak ve çaba sarf eden Avrupa Birliği sermayesi, bu gayretlerinin karşılığını almış görünmektedir.

Bu manzara içerisinde AKP Türkiye’sinin Avrupa Konseyi üyeliğinden doğan yükümlülüklerini karşılamaması, müsamere düzeyini aşmayan yargılamalarla muhalif sayılan kişileri özgürlüklerinden yoksun bırakması, keza İstanbul Sözleşmesi’nden çekilerek Türkiye’nin kadınlarını orta çağ değerlerinden beslenen bir şiddet sarmalıyla karşı karşıya bırakması ne Berlin ne de Paris bakımından kayda değer bir sıkıntı yaratmadığı gibi, göstermelik çıkışlarla geçiştirilmektedir.

İktidar bütünüyle değişmediği sürece  dış politikada karşılaşılan çelişkili uygulamaların 2022 yılında değişebileceğine dair bir umut besleyebilmek mümkün değildir. 

Yeni yılın içeride ve dışarıda yeni bir umut ve beklenti yaratabilmesi, Türkiye’nin emekçi halkının kendi kaderini ellerine alıp bu düzene karşı  laik, kamucu, anti-emperyalist ve halkları birbirine karşı düşmanlaştırmayan bir alternatif  oluşturmasına bağlıdır.

Uluslararası İlişkiler ve Savunma Komisyonu

2021 Yılı Türkiye Ekonomisi için Nasıl Geçti?

2021 yılı Türkiye kapitalizmi açısından yapısal sorunlarının yüzeye çıktığı ve kalıcı kriz dinamiklerinin gizlenemediği bir yıl oldu. Üstelik şaibeli istatistiklerle süslenen algı düzeyindeki tüm operasyonlara rağmen özellikle yılın son ayında çözülme ve dağılma emareleri apaçık bir şekilde ortaya çıktı. Ulusal paranın hızlı değer kaybıyla kendisini ifade eden daimi ve yapısal sorunlar neticede Türkiye kapitalizminin sıradan bir sermaye programıyla artık yönetilemeyeceğini de gösterdi. Ancak bu kötü tabloyu özünde yapısal dinamikler yaratsa da AKP’nin sermaye yanlısı kaba ve beceriksiz iktisadi politikalarının, pervasız bir ilkel birikim anlayışının da kuşkusuz çok büyük bir katkısı vardır. 

Devletin resmi istatistik kurumunun iktisadi büyüme rakamlarına göre Türkiye ekonomisi 2021’in ilk üç çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreklerine göre yüksek büyüme oranları tutturdu. Bu rakamların güvenilmez oldukları ve gerçekçi olmadıklarını biliyoruz.  Bu rakamların gerçek olduğu kabul edilse bile bu türden bir büyümenin ne pahasına gerçekleştirildiğine bakmak zorundayız. 

Devletin çeşitli kurumlarından açıklanan rakamlar 2021 yılı iktisadi büyümesinin aşağıdaki unsurların katkısıyla gerçekleştiğini kanıtlamaktadır. 

  • Büyüme emekçilerin reel gelirlerinde ve ücret paylarında ciddi ölçüde aşınma pahasına gerçekleştirildi. Ücretler toplamının GSYİH içindeki payı 2020’nin ilk üç çeyreğinde % 31’den % 29’a düştü. Kabaca emek sömürüsünü gösterecek olan net katma değer içindeki payı ise yine aynı dönemde % 42,5’den % 39’a düştü. Bu düşüş aslında çok uzun bir süredir sürmekteydi zaten.  
  • İktisadi büyümeye yüksek bir istihdam artışı eşlik etmiş gibi görünmektedir. Örneğin 2020 Ekim ayı istihdamına nazaran 2021 Ekim ayı istihdamı yaklaşık 2,8 milyon kişi daha fazladır. Ancak yine veriler bu istihdam artışının düşük ücretli ve çoğunlukla güvencesiz işlerde yoğunlaştığını göstermektedir. 
  • Tüm bu gelişmelere rağmen sermaye birikimi açısından olumsuz gelişmeler yıla damgasını vurmuştur. Öncelikle emek verimliliğinde 2020’ye nazaran 2021’de ciddi bir aşınma vardır. Dahası özellikle yıl sonundaki ulusal paradaki değer kaybı ithal girdiyle çalışan Türkiye kapitalizminin sorunlarını ağırlaştırmıştır. Keza bu sorun esas etkisini 2022 yılında gösterecektir.
  • Kapitalist sermaye birikiminin yabancı para cinsinden yükümlülükleri çok uzunca bir süredir devletin ve merkez bankasının döviz operasyonlarıyla bir nebze düşürülmüştür. Böylece AKP sermayedarların döviz yükümlülüklerini kamusallaştırarak maliyeti halkı sırtına yıkmaktadır. Bu durumu borç stokunun bileşimindeki değişimden de çıkarmak mümkündür. Özel sektörün yabancı para cinsinden yükümlülükleri azalmaktadır; ancak buna karşılık kamunun yabancı para cinsinden yükümlülükleri artmaktadır. Kısacası özel sermayedarların borç yükünün bir bölümü halkın ve emekçilerin sırtına yıkılmaktadır. 
  • Dolayısıyla Türkiye kapitalizmi kendini idame ettirebilmek için kamu kaynaklarının yağmasına devam etmektedir. Bu yağma kısa vadede sermaye sınıfının bazı acil sorunlarını, emekçi sınıfların ve çalışanların sırtındaki yükü artırarak çözüyor gibi görünmektedir. Ancak bu birikim sermayenin kendisi için bile ciddi riskler yaratmaktadır. 
  • Emekçi ve çalışan sınıflar için 2021’in ne anlama geldiğini iyice teşhis etmemiz gerekmektedir. Genelde 2021’in bütününde, özelde ise yılın son aylarında hızlanan enflasyonist süreç emekçi ve çalışan sınıfların yoksullaşmasına çok büyük bir katkıda bulunmuştur. Temel tüketim kalemlerinde gerçekleşen yüksek oranlı zamlar emekçi sınıfların yükünü, ücret ve maaşlara yapılan kadük artışlara rağmen ağırlaştırmıştır. Geldiğimiz noktada emekçi sınıflar, özellikle asgari ücretle geçinenler, emekliler, köylüler ve küçük üreticiler yüksek fiyat artışları karşısında sefilleşme ve yüksek düzeyde borçlanma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. 
  • Bunların yanında ulusal paranın yıl boyu yaşadığı değer kaybı ülkemizin emekçilerinin emeğini küresel kapitalist piyasalarda giderek ucuzlatmaktadır. Bunu bir “ihracat atılımı” kisvesi altında sunmaya çalışmak aslında bu acı gerçeği gizlemeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Sadece ucuz emek ve düşük değerli ulusal para eksenine sıkıştırılmış bu sözüm ona ihracat atılımının çok uzun süreli olmayacağı açıktır. 
  • Dahası özellikle 2021’in son aylarında artan enflasyon ve kur baskısıyla temel gıda üretiminde ciddi aksaklıklar baş göstermiştir. En temel tarımsal ve hayvani gıdaların üretimi artan girdi fiyatlarıyla baskı altına girmiş;  ülke bir gıda krizinin eşiğine getirilmiştir. Önümüzdeki yıl bu krizin asıl yükünü emekçiler çekecektir. 
  • Özellikle Aralık ayında kur üzerinde sürdürülen politikaların temel amacının ülkeyi makroekonomik olarak rahatlatmak olmadığı aşikardır. Hazine ve Maliye bakanının 20 Aralık gecesi yürütülen operasyon ile ilgili açıklamaları AKP döneminin ilkel ve arsız birikiminin özünü gözler önüne sermektedir. Sokaktaki insanın küçük birikimine büyük rantiyeler ve banka sermayesi lehine göz koymanın başka bir açıklaması yoktur. 
  • “Faiz neden, enflasyon sonuç”, “faiz haramdır” türünden tüm gerçeğe uygun olmayan kelamlara rağmen borçlanma ve mevduat faizleri yükselmiştir. Yükselmeye de devam edecek gibi görünmektedir. Özellikle kamu kesiminin, küçük üreticilerin ve halkın borçlanma faizlerinin giderek yükselmesi aslında rantiyeleri gözeten iktisadi düzeneğin tüm aksine iddialara rağmen işlemeye devam ettiğini göstermektedir.   
  • Özellikle sermayenin ulusal paranın değer kaybından zarar görmemesi için elden ne geliyorsa yapılmıştır. Pandemi sürecinde emekçilere, köylülere, esnafa en küçük desteği bile çok gören AKP, 2021’in sonundaki çöküntüden yine ve sadece sermayeyi kurtarmaya çalışmıştır. 

2021 yılı AKP döneminde tüm dinamiklerini tüketen Türkiye kapitalizminde birikimin artık en kaba ve en ilkel şekliyle sürdürüleceğinin de kanıtıdır.  Türkiye kapitalizmi tekeri patlamış kamyon gibi yokuş aşağı gitmektedir. Dinamizmini çok önceleri kaybeden Türkiye ekonomisi yönetilebilir olmaktan çıkmış ve bir tür dağılma sürecine girmiştir. Üstelik geleneksel sermaye yanlısı politikaların bu dağılmayı önleme anlamında işlevsiz oldukları da açıktır. 

Bu noktadan sonra Türkiye kapitalizmini kurtarmak mümkün değildir. Türkiye sosyalizmini kurmanın vaktidir.  

Ekonomi-Politik Komisyonu

2021’de Emekçilerin Gündeminde Neler Vardı?

2021’de çalışma hayatında ve emekçilerin gündeminde yer eden en önemli başlıkları şöyle sıralayabiliriz.

  • İşsizlik arttı. Özellikle ücretsiz izin uygulaması fiili işsizlikken 1 Temmuz’da fesih kısıtlamasının kalkmasıyla birlikte işten çıkarmalar yoğunlaştı. İşsizlik oranında artış yaşandı. TÜİK’e göre Türkiye genelinde 2021 Kasım ayında 3 milyon 777 bin kişi oldu. Resmi işsizlik oranı Kasım 2021’de yüzde 11,2 olarak hesaplandı. TÜİK tarafından açıklanan atıl iş gücü (geniş tanımlı işsizlik) ise yüzde 22,1 olarak hesaplandı. Fesih kısıtlamasından kaynaklı işten çıkarmaların engellendiği 2021’in ilk altı ayı Eski adı Kod29 olan İş Kanunu 25/2 maddesinden dolayı “ahlak ve iyi niyet kurallarına uygun olmayan haller” gerekçe gösterilerek işçilerin işten atılması yaygınlık kazandı.
  • İşçilerin ücretleri eridi ve borçları arttı. Artan enflasyon oranı ve hayat pahalılığının artması karşısında ücretler eridi. Zaten açlık sınırı altında kalan asgari ücret daha da eridi. En son Kasım 2021’de döviz kurlarında yaşanan yüksek artıştan sonra giderlere zamlar arttı. Para, pul oldu.  2022 yılı asgari ücretin belirlenmesiyle birlikte “yüksek asgari ücret” beklentisi işten çıkarmanın bahanesi olarak görüldü. Kayıt dışı çalışma, asgari ücret altı çalışmanın yaygınlaştığı başlıkları yaygınlık kazandı. Artan hayat pahalılığı karşısında emekçiler gündelik ihtiyaçlarını karşılayamazken çareyi ise kredilere ve kredi kartlarına borçlanmakta buldu. BDDK verilerine göre yurttaşların Ocak 2021’in ilk haftasında bankalara olan ihtiyaç kredisi ve kredi kartı toplam borcu 818 milyar TL’ idi. Bu borç, 2022 yılının ilk iki haftasında 1,5 milyar lira artarak 1 trilyon 27 milyar liraya yükseldi.
  • Uzaktan Çalışma Yönetmeliği esnek çalışmayı yaygınlaştırdı ve çalışma sürelerinin uzaması da buna eklendi. Uzaktan çalışma, evden çalışma gibi isimlendirme kazanan çalışma biçimi, çalışma hayatında yerini aldı. Özü itibariyle esnek çalışma olan bu biçim 10 Mart 2021’de Resmi Gazete’de yayınlandı. Çalışma süreleri uzadı. Temmuz 2021’de yapılan düzenlemeyle günlük çalışma sürelerin uygulanmasında; günlük iş süresi 11 saati, gece çalışma süresi 7.5 saat olarak belirlense de, 2021 emekçiler için uzun çalışma saatleri ve ödenmeyen fazla mesailer anlamına geldi. 
  • Sendikalaşma 2021’de de engellendi. Sendikalı oldukları için işten atılan işçiler, örgütlenmeleri engellenen işçiler oldu. Patronların işçilerin örgütlenmesinin engellenmesi başlığı 2021’de de devam etti. Örgütlendiği için işten atılan, yetki başvurusu yapılmasına rağmen işkolunu değiştiren işyerleri oldu. 
  • Göçmen işçiler kayıt dışı ve düşük ücretlerle çalıştı. Türkiye’de 1 milyona yakın Suriyeli göçmen kayıt dışı ve düşük ücretler ile istihdam edilmektedir. Suriyeli göçmenler sadece göç yollarında değil, aynı zamanda iş cinayetlerinde de yaşamını yitirmektedir. 2021 yılında Türkiye’de iş cinayetlerinden yaşamını yitiren göçmen işçilerin yüzde 65’i Suriye vatandaşıdır.
  • Bir çok konu patronların insafına terk edildi ve patronlara teşvikler verildi. Çalışma muafiyet belgesi almak için işçiler başka sektörlerde gösterildi. İşçilerden E-devlet şifreleri istendi. Covid-19 salgın hastalığının milyonlarca emekçinin iş ve gelir kaybına kapı açarken patronlar teşviklerle desteklendi. Hem hazine kanalıyla hem de işsizlik sigortası fonundan patronlara 11 farklı teşvik aktarıldı. 

2021 yılının ardından önümüzdeki yükselteceğimiz acil talepler şunlardır: Dolaylı vergilerin azaltılması; sermaye kesimine servet vergisinin getirilmesi; en düşük emekli aylığının asgari ücret düzeyine yükseltilmesi; işsizlik ödeneğinin net asgari ücret kadar olması; yerel düzeydeki sendikal birlik oluşumlarına ağırlık verilmesi; yeni bir mücadele ve örgütlenme anlayışı ile Emek Platformu’nun yeniden oluşturulması. Dayanışma Meclisi olarak işçi sınıfı hareketiyle yan yana, seçim süresince somutlaştırılmış taleplerin yüksek sesle dile getirilmesi mücadelemizin ana eksenidir.

Dayanışma Meclisi, emekçilerin işsizliğe karşı çalışma hakkını, hayat pahalılığına karşı insanca yaşabileceği ücret hakkını, işçi sınıfının birliğini engelleyen saldırılara karşı örgütlenme hakkını savunacak ve emekçilerin cumhuriyeti için mücadelesini sürdürecektir.

Sosyal Politika ve Çalışma Yaşamı Komisyonu

2021 Yılında Eğitim-Öğretim Süreçlerinde Yaşananlar

2021 yılında gerçekleşen eğitim-öğretim süreçlerinde, geçmiş yıllardan gelen piyasalaşma ve gericileşme süreci katlanarak devam ederken, istenmeyen gelişmeler de olmuştur. Yüzbinlerce öğrenci, Şubat-Haziran 2021 döneminde uygulanan uzaktan öğretime erişememiştir. Bu koşullarda yapılan lise ve üniversiteye giriş sınavlarında, uzaktan öğretime erişememiş olanlar daha çok mağdur olmuştur. Gerekli önlemler alınmadan 2021 Eylül’ünde başlatılan yüz yüze eğitim de, istenen koşullarda yürütülememiş, corona virüs yaygınlaşırken öğretmenler arasında ölümler de artmıştır. Öğrencilerin pandemi nedeniyle yaşadıkları eğitsel, fiziksel ve ruhsal kayıplar artarak devam etmiştir ve etmektedir. 

6 Ağustos 2021’de eğitim bakanı Prof. Dr. Ziya Selçuk’un yerine Prof. Dr. Mahmut Özer’in getirilmesi, bakanlıkta yeni bir tarikatlaşma dalgası yaratmıştır. Eğitimin piyasalaşması ve gericileşmesi hızlanmıştır. Harf devrimine ve karma eğitime karşı çıkan bir profesör, Talim ve Terbiye Kurulu başkanlığına getirilmiştir. 20. Milli Eğitim Şurası, 1-3 Aralık’ta bakanlığa ait mekânlarda değil de milyonlar harcanarak beş yıldızlı otelde toplanmıştır. “Eğitimde fırsat eşitliği” konusunda toplanan Şura’da, bu başlıkla bağdaşmayan ‘öğretmenlik bir kariyer mesleği olarak düzenlenmeli’ gibi piyasacı ve ‘okul öncesi öğretimde din, ahlak ve değerler eğitimi yer almalı’ gibi gerici kararlar alınmıştır.

Daha sonra staj yapan mesleki-teknik lise öğrencisine ödenek ücreti, öğrenci üzerinden rant sağlayan iş yeri sahibi değil de bakanlığın ödemesine karar verilmiştir. 21 Aralık 2021 tarih ve 7346 sayılı yasada, Türkiye Maarif Vakfı gibi AKP’lileşmiş bazı vakıf ve derneklerde görev yapanların “emeklilik veya yaşlılık aylıklarının” kesilmeyeceği belirtilmiştir. 

AKP’nin 31 Aralık 2021 günü meclis başkanlığına gönderdiği Öğretmenlik Meslek Kanunu taslağının gerekçesinde yer alan aşağıdaki ifade, bu iktidarın eğitime ve öğretmene önem vermediğinin itirafı niteliğindedir: “Bu düzenlemeyle eğitim öğretim hizmetlerinin, milli eğitimin temel amaç ve temel ilkeleri doğrultusunda etkin ve verimli olarak hayata geçirilmesinin yanında, bu hizmetleri yerine getiren öğretmenlerin iş doyumuna ulaşması hedeflenmiştir.” 

Öğretmenler açlık sınırında çalıştırılmıştır. Bu nedenle Eğitim-İş Sendikası üyeleri, “Bu yoksulluk, bu sömürü artık yeter!” diyerek Aralık ayının son günlerinde grev yapmıştır. Sayıştay raporuna göre bakanlığın 138 bin 393 öğretmene gereksinimi varsa da, yüzbinlerce öğretmen atanmayı beklemektedir. KPSS’de 90-95 puan alan öğretmen adayları, AKP’ye yakın olmadıkları anlaşıldığında mülakatta elenerek öğretmen yapılmamaktadır. 

Atanamayan öğretmenler arasında intihar edenler ve iş kazalarında yaşamını yitirenler artarken, bakanlık bazı yörelerde imamlara ders verdirmektedir. 

AKP’lilerle yandaşları tarafından gerçekleştirilen örneğin;

  • okul duvarlarına dini yazılar asılması, 
  • öğrencilerin mevlit dinlemeye götürülmesi, dini dersleri seçmeye yönlendirilmesi, tarikat ve vakıf gibi dini kuruluşlarda ortaya çıkan çocuk istismarı olaylarının üstünün örtülmeye çalışılması, 
  • bodrum katlarında kaçak kurslarla sıbyan okullarının açılması, 
  • Danıştay iptal etse de bakanlığın gerici vakıflarla protokol imzalaması, 
  • Diyanetin protokolde Genelkurmayın önüne geçmesi, 
  • kadının erkeğe itaat etmesi düşüncesini işleyen etkinlikler, 
  • Cami hoparlöründen “Oruç tutmayanın başı ağrısın” şeklinde yayın yapılması, 
  • İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması,
  • “Taliban’la dini anlayışımız aynı” denmesi

gibi artan söylem ve eylemler, gerici öğrenmelere kaynaklık etmiştir. 

2021 yılında da AKP’lilerin ve ilahiyatçıların rektör olarak atanmasına devam edilmiştir. Diğer üniversitelerden farklı olarak, AKP’li olduğu bilinen bir profesörün 2021’in ilk günü Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) rektörlüğüne atanmasına, tüm BÜ paydaşları karşı çıkmıştır. BÜ akademisyenlerinin bu atamaya karşı o zaman başlattıkları eylemler bir yıldır devam etmektedir. 

Laik, demokratik ve insan hakları temelli istek ve tepkileri içeren her eylemde olduğu gibi, BÜ öğrencilerinin “Kayyım rektör istemediklerini” içeren eylemleri de, polis şiddetine maruz kalmıştır. Öğrenciler dayak yemiş, yaka paça tutuklanmış ve adliye koridorlarında süründürülmüşlerdir. İntihal yaptığı anlaşılan BÜ’nün AKP’li kayyım rektörü, Temmuz ayında görevden alınmıştır. BÜ akademisyenlerinin yüzde 95’i, kayyım rektörle işbirliği yapan Prof. Dr. Naci İnci’nin rektör olmasını istemediklerini açıklamışlarsa da, İnci, BÜ’ye rektör olarak atanmıştır. BÜ akademisyenlerinin kayyım rektör karşıtı eylemleri devam ettiğinden kamuoyu rektörün keyfi uygulamalarında anında haberdar olmaktadır. Maalesef diğer üniversitelere atanan rektörlerin çoğunluğu da kayyım rektör niteliğindedir ve oralarda da keyfi uygulamalar yaygın olsa da, kamuoyu yeterince haberdar olmamaktadır. 

Yedi yıl YÖK başkanlığını yürüten tarikatçı Prof. Dr. M. A. Yekta Saraç yerine, 30 Temmuz’da üniversitesinde külliye inşasına kalkışan  Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Erol Özvar atanmıştır. Özvar da, yandaşlığını hemen göstermiş, BÜ’den rektör adaylığına başvuranları, İnci dışında, mülakata çağırmamış ve iktidarın isteği üzerine YKS’de uygulanan baraj puanlarını anında 10 puan düşürmüştür. Bu arada yükseköğretimde yapılan tezlerde intihaller, parayla yazılan tezler ve sahte diploma uygulaması yaygınlaşmıştır. Bu sistemde, Aksaray Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümünde profesör unvanıyla görev yapan bir kişinin profesörlüğünün sahte olması kimseyi şaşırtmamıştır. Akademisyenleri üniversiteye sokmamak için BÜ kapılarının Ocak ayında zincirlenmesi de, muhalefet liderinin eğitim bakanlığına girmemesi için kapıların kilitlenmesi de şaşırtıcı olmamıştır.  

AKP Lideri’nin 2011 seçimleri öncesinde, “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” demesi boşuna değildir. AKP iktidarda kaldığı sürece, okulöncesinden yükseköğretime kadar piyasacı ve gerici gelişmeler artarak devam edecektir.   

Yapılması gereken ilk iş, seçmeni, piyasacı ve gerici eğitim-öğretim süreçlerinin insan, toplum ve doğa yararına olmadığı konusunda bilinçlendirmektir. Toplumsal barış, huzur ve refah için, laik, bilimsel, demokratik, kamusal ve parasız eğitimin gerekli olduğunu anlatmaktır.  

Eğitim Komisyonu

Laiklik

Türkiye, 2021’den 2022’ye de ağır bir dinselleşme ve gericilik gündemi devretti. İçine girdiğimiz yılın ilk ayında Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi olan ve bir cemaat evinde kalan Enes Kara’nın intiharı, bu gündemin kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılmasına vesile oldu ve belki de ilk defa tarikat ve cemaatlere, özellikle de eğitim alanındaki faaliyetlerine dair böylesine güçlü bir ses yükseldi. İlk defa “tarikat ve cemaat yurtları kapatılsın” talebi geniş kitlelerin arkasında durduğu gerçek bir toplumsal talep haline geldi. 

Enes’in intiharı, aynı zamanda, Türkiye’de düzen siyasetinin içinde bulunduğu durumu ve dinselleşmeye, gericiliğe nasıl baktığını çok net bir şekilde gösterdi. İktidar partisi, eğitimi dinselleşmenin en önemli araçlarından biri olarak gördüğü ve tarikatlarla, cemaatlerle bir tür koalisyon kurduğu için, ölümün politik karakterini gizlemeye ve münferit bir vaka gibi sunmaya çalıştı. Yandaş medya, hadiseyi görmezden geldi ya da çok az yer verdi, çünkü İslamcı tabanda konunun tartışılması istenmedi. 

Düzen muhalefetinin durumu ise içler acısıydı. Cumhuriyet’i kuran partinin genel başkanı, saatlerce sustuktan sonra, sosyal medya üzerinden yapılabilecek en saçma açıklamalardan birini yaptı ve meseleyi basit bir psikolojik hadise gibi göstermeye çalıştı. CHP’nin içinden tarikat ve cemaatlere karşı birtakım sesler çıksa da, içine girilen yönelimin doğal bir sonucu olarak, Enes’in ölümü önemsizleştirilmeye, bağlamından koparılmaya çalışıldı. Laiklik adına herhangi bir açıklama yapılmadı, dinselleşme ve gericileşme ile gençlik arasındaki ilişkinin üzerine gidilmedi. Üstelik aylardır “Z kuşağı”na oynanıyor ve “gençlerin demokrat amcası” iddiası üzerine bir imaj kurgulanıyorken oldu bu. Yani dinselleşme ve tarikatlar/cemaatler öylesine bir tabu haline gelmişti ki, gençliğe yönelik strateji bile by pass edilebiliyor, bu tabu üzerine konuşulmaması gerekiyordu. 

CHP’nin “star” belediye başkanları da benzer bir tutum aldılar ve onlar da ancak kamuoyu baskısı nedeniyle ve adet yerini bulsun kabilinden açıklamalar yaparak meseleyi geçiştirmeye çalıştılar. Laiklik bir yana özgürlükten, gençlerin üzerindeki yoğun baskıdan ve bu baskının kaynağından söz edemediler. İmamoğlu ve Yavaş’ın cumhurbaşkanlığı için adının geçtiğini bildiğimize göre, her iki ismin de öylesi bir durumda nasıl bir siyaset izleyeceklerinin de ipuçları çıkmış oldu ortaya.

Meral Akşener, muhalefetteki isimlerden görece daha cesur olanıydı. İntiharın yaşandığı ilk günlerde değilse de, 19 Ocak’ta Meclis’te yaptığı grup konuşmasında “yeni 15 Temmuzları yaşamak istemiyorsanız tarikat, cemaat yurtlarını kapatacaksınız” şeklinde bir açıklamada bulundu. Ancak sırf bu açıklamadan yola çıkarak İYİP’in gündeminde gericilikle mücadele ve laiklik gibi bir başlığın bulunduğunu söylemek fazla iyimserlik olur.

DEVA Partisi Genel Başkanı Babacan ise liberal-muhafazakâr karakterine uygun bir şekilde, bir yandan gençlerin özgür olması gerektiğinden dem vururken, öte yandan da tarikat ve cemaatlerin kapatılmasının çare olmadığını, bu tür taleplerin özgürlük düşmanlığı olduğunu söyleyerek göğsünü tarikat ve cemaatlere siper etti, doğrudan bir savunma pozisyonu sergiledi. 

Enes Kara’nın ailesi yoksul bir aile değildi, mensup oldukları cemaatin evine Enes’i bilerek yerleştirmişler, onun da kendileri gibi olmasını istemişlerdi. Ancak Türkiye’de tarikat ve cemaatlerin eğitim alanındaki faaliyetleri çok açık bir şekilde sınıfsal bir karakter taşır ve tarikat/cemaat yurt ve dershanelerine yoksul aileler çocuklarını bir tür çaresizlikle gönderirler. 

Düzen muhalefeti son zamanlarda ekonomik kriz nedeniyle daha “sol”dan konuşmaya başlamış olmakla birlikte, dinselleşme ile yoksullaşma arasındaki bağlantıya dair sessizliğini korumakta, laikliğin sınıfsal karakterini görmezden gelmektedir. Burada da iş bir kez daha sosyalistlere düşmektedir. 

Türkiye’de dinselleşme, Türkiye kapitalizminin en önemli ideolojik araçlarından biridir, çünkü emek-sermaye çelişkisinin üzerine örtülmekte, bu çelişkiyi gizlemekte ve kültürel alana tahvil etmektedir. Bu da hakikati gizlemektedir. Dolayısıyla Türkiye’de sermaye düzenine karşı mücadele ile dinselleşmeye karşı mücadele, sosyalizm mücadelesi ile laiklik mücadelesi birbirinden ayrıştırılabilir değildir. Sosyalistler bu iki mücadeleyi birleştiren bir stratejiyi hayata geçirmekle mükelleftirler. 

Laiklik ve Aydınlanma Komisyonu

2021’de  Basın: Yandaşlıktan Havuza

2002’de, AKP iktidara gelmeden önce ülkedeki “ana akımı” oluşturan en büyük medya kuruluşları Doğan, Çukurova, Uzan, Bilgin, İhlâs ve Doğuş gruplarına aitti. Bu sermaye gruplarının her biri ellerinde en az bir banka tutuyordu. Ancak 2001 krizi ile bankalar birbiri ardına batınca, bu sermaye guruplarının elinde tuttuğu kartlar yeniden dağıtıldı. Uzan ve Bilgin grupları banka ve medya sektöründen tasfiye edildi. Basın reklamlarının önemli bir bölümü bankalardan geliyordu ve kriz bankaların bir kısmının çöküşüne neden olmuştu. Üstelik batan 25 bankadan 10’u aynı zamanda medya sahibiydi. 

Bu bankalara borçları nedeniyle el koyan TMSF bir anda pek çok kanal ve gazeteyi devralarak, ülkedeki en büyük medya gruplarından birine dönüştü. TMSF iktidarın kontrolündeydi, böylece AKP bir anda basının en önemli gazete ve televizyonlarını kucağında buldu. 

Krizi fırsat gören Doğan Grubu, basına yönelik mülkiyet kısıtlamalarına rağmen, Uzan Grubu’na ait olan Star TV’yi TMSF’den alarak basındaki payını güçlendirdi. Böylelikle Kanal D ve CNN Türk gibi iki büyük ulusal kanalın yanına üçüncüsünü eklemiş oldu. 

Bankacılık ve otomotiv sektörlerinde faaliyet gösteren Doğuş Holding NTV’yi elinde bulunduruyordu. TMSF vasıtasıyla Kanal E’yi ve müzik kanalı Kral TV’yi satın aldı. Star TV’yi de devralarak pozisyonunun güçlendirdi. 

Ciner Grubu da TMSF sayesinde yeni bir oyuncu olarak sahneye çıktı. Önce Sabah-ATV ikilisini alma teşebbüsünde bulundu. İhale iptal edilince HaberTürk televizyonunu, internet sitesini ve radyosunu satın aldı. 2009 seçimlerinden önce de medya grubuna HaberTürk gazetesi katıldı.

Bu yıllarda uluslararası şirketler de basın sektörüne giriş yaptı. Murdoch TGRT’yi satın alıp ismini değiştirdi, FOX TV böyle oluştu. 

TMSF silahını ustalıkla kullanan AKP ve Fethullahçılar bu yolla orduyu, yargıyı, akademiyi ve medyayı iktidarlarının ihtiyaçlarına göre yapılandırmaya girişti. Mülkiyet devri yanında kendine bağlı gazete ve TV’leri destekledi, ana akım haline getirdi. Doğun Grubunda olduğu gibi bu yapılanmaya uyum sağlamakta ayak sürüyenleri de ağır bir biçimde cezalandırarak hizaya soktu. “Yandaş Basın” böyle oluştu. 

Sermaye havuzu ile sahiplik 

2013’te Sabah-ATV ikilisi yeniden el değiştirdi. Şaibeli ödeme yöntemiyle Sabah-ATV’yi Çalık’a zimmetleyen hükümet Çalık zorlanmaya başlayınca bu dev medya grubunu Kalyon İnşaat’a devrederek AKP’ye yakın ellerde kalmasını sağladı. Sabah-ATV’nin bu devri için AKP’ye yakın iş adamları tarafından bir sermaye havuzu oluşturulduğuna değin ses kayıtları vardı. “Havuz Medyası” terimi de böylece ortaya çıktı. Medya Grubunun AKP çıkarları doğrultusunda kullanımı karşılığı Kalyon İnşaat’a İstanbul’daki üçüncü havaalanı inşaatı ve Çanakkale-Ezine-Ayvacık Yolu gibi büyük ihaleler verildi. 

AKP ile ortaklığı döneminde Fethullahçılara bağlı medya da büyüyüp gelişti. Tarikat Zaman gazetesinin yanı sıra Cihan Haber Ajansı, Aksiyon dergisi, Turkish Review, Yeni Bahar dergisi gibi medya varlıklarının da sahibiydi. Televizyon ayağındaki Samanyolu Grubu’ysa içinde Samanyolu Haber, Yumurcak TV, Mehtap TV, Ebru TV gibi kanalları barındırıyordu. 

TMSF’nin iktidar yanlısı medyanın biçimlenmesindeki rolü 2013’te devam etti. Borç yükü altındaki Çukurova Grubunun elindeki Show TV, Akşam gazetesi, Digitürk, SkyTürk 360, Lig TV ve Alem FM gibi medya varlıklarına el koydu. Ethem Sancak Show TV dışındaki Çukurova Grubu’na ait medya varlıklarını 62 milyon dolara aldı. Show TV ise Ciner Grubu’na satıldı. 

15 Temmuz Darbe girişiminin ardından Fethullahçıların kontrolündeki medya organlarına el konulup kapatıldı. Bunların yanında pek çok muhalif kanalın da fişi çekildi, mal varlıklarına el konuldu. 

Her şey iktidarın kontrolünde

Medya sahipliği izleme raporuna göre, Türkiye’deki basın-yayın organlarının büyük çoğunluğu medya dışında faaliyet gösteren ticari şirketler bünyesinde bulunuyor. Öte yandan 2018’de çıkarılan yurt içinde ve yurt dışında Türkçe yayın yapan medya platformlarını RTÜK denetimine bağlayan yasayla medyadaki sansür mekanizması güçlendi. 2019 yılı verilerine göre Türkiye’de medya sektöründe toplam 2 bin 474 gazete, 3 bin 650 dergi, 899 radyo istasyonu ve 108 televizyon kanalı yayın yapıyor. Önde gelen kanal ve gazetelerin içinde bulunduğu en büyük medya kuruluşları iktidara yakın şirketlere emanet edilmiş durumda. Doğan Medya Grubunun alımıyla büyüyen Demirören Grubu, Doğuş, Ciner, Albayrak, Kalyon, İhlas grupları ve Ethem Sancak’a ait şirketler; inşaat, enerji, maden, turizm, telekomünikasyon, bankacılık ve finans alanında da faaliyet gösteriyor. Bu şirketler hem medyayı kontrol ediyor hem de devletten aldığı büyük ihalelerle servetlerini büyütüyor. 

Kamu yayıncılığını yapmakla görevlendirilen TRT ise bünyesinde 13 televizyon kanalı, 13 radyo istasyonu, iki online haber sitesi ve üç dergi bulunduruyor. Bağımsız ve tarafsız olduğu iddia edilse bile, kamu olanaklarıyla açıkça iktidar yanlısı bir yayın politikası izliyor.

İnşaat ve medyadaki AKP zenginleri

Kalyon İnşaat Turkuvaz Medya’yı kontrol ediyor. Kalyon İnşaat’ı da bünyesinde barındıran Zirve Holding’in patronu Ömer Faruk Kalyoncu. Bu grubun elindeki yayınlar iktidarın en açık destekçisi konumunda. Kalyoncu ailesi 1970’li yıllardan bu yana siyasal İslamcı geleneğin en zenginlerinden biri sayılıyor. Medya faaliyetlerinin yanı sıra AKP döneminde kamu ihalelerinde adı en çok geçen sermaye grubu. İstanbul Havalimanı’nın işletmesinin yüzde 40’ı Kalyon İnşaat’a ait. Taksim yayalaştırma projesi, Başakşehir Stadı, Kuzey Marmara Otoyolu, KKTC Su Hattı projesi yine Kalyon İnşaat’ın aldığı büyük ölçekli kamu ihalelerinden.

2013’te Show TV’nin de sahibi olan Ciner Holding, daha önceden elinde bulundurduğu Habertürk ve BloombergHT ile beraber medyada önemli bir pozisyon elde etti. Ciner Holding’in medya işleri dışında yoğunlaştığı sektörler madencilik, enerji ve taşımacılık. Holding Türkiye’nin işletme hakkı özelleştirilen ilk termik santralı olan Çayırhan Termik Santralı’nın sahibi. Aynı zamanda elektrik enerjisinin toptan satışının da içinde olan holdingin bünyesinde Silopi Termik Santralı da bulunuyor. Holding’in sahibi Turgay Ciner 2011’de Kasımpaşaspor’u aldıktan sonra futbol endüstrisine de giriş yaptı.

Doğuş Holding inşaat ve enerji sektörünün içinde. Grup, bünyesinde Doğuş Enerji ve Doğuş İnşaat gibi şirketleri de barındırıyor. Holding’in medyada en çok gündem olan ihalesi Galataport Projesi. Doğuş İnşaat Taksim-4. Levent Metro İnşaatı ihalesi üzerinden Cengiz İnşaat ve Albayrak İnşaat’la ortak. Albayrak İnşaat ise aynı zamanda Yeni Şafak’ın sahibi. Kadıköy-Kartal metro inşaatı üzerinden Makyol ve Astaldi ile ortak. Makyol İnşaat ise 3. Havalimanı ihalesini kazanan 5 firmadan biri. Bomonti Bira Fabrikası Dönüşümü ihalesi üzerinden IC İçtaş Holding ile ortak. IC İçtaş ise 3’üncü Köprü ve Zafer Havalimanı’nın işletmecisi konumunda.

Demirören Holding’in başında Yıldırım Demirören var. Yıldırım Demirören’in kızı Yelda Demirören ile Hasan Kalyoncu’nun oğlu Haluk Kalyoncu 2019’da evlendi. Nişan yüzüklerini Recep Tayyip Erdoğan taktı, nikâh şahitleri de Emine Erdoğan oldu. Böylece Demirören Medya ile ATV- Sabah grubunu elinde bulunduran Kalyoncu’lar arasında akrabalık ilişkisi kurulmuş oldu. Demirören de tıpkı diğer medya patronları gibi enerji ve inşaat işleriyle öne çıkıyor. Türkiye’nin en büyük futbol bahis şirketi İddaa’yı da Milli Piyango İdaresi’nden satın alan Demirören Türkiye Futbol Federasyonu’nun da eski başkanı.

Basında tekelleşme 1990’lı yıllarda oluşmaya başladı. AKP döneminde oluşumunu tamamladı ve tamamıyla üç-beş patronun ticari faaliyetine dönüştü. Basını devletten büyük ihaleler alan şirketler yönetiyor artık. Böylece kapitalizmin “özgür basın” efsanesi de son bulmuş oldu. 

İletişim ve Medya Komisyonu

2021’den 2022’ye Hukuk ve Yargı

2021’in Toplu Değerlendirmesi

2021 hem yasa, cumhurbaşkanlığı kararnamesi (CBK), cumhurbaşkanlığı kararı ve diğer hukuk belgeleri yönünden hem de yargı denetimi yönünden on dokuz yıllık AKP döneminin ve 12 Eylül hukukunun yansıdığı yıllardan biri oldu. İlkesizlik, hukuksuzluk, kurumsuzlaştırma, keyfilik sürdürüldü; hukukun, yargının ve yargı kararlarının çifte standart uygulanması yaygınlaştı; başta laiklik olmak üzere Anayasanın askıya alınması devam etti; hak ve özgürlükler emekçi halk yönünden daha fazla gasbedildi; sermaye sınıfının ve iktidarının söz ve karar sahipliği devam etti. İşçi ve kadın cinayetlerinde, çocuk istismarlarında, doğa katliamlarında, olağandışı doğa olaylarının afete dönüşmesinde, afetlere müdahale edilmesinde ve zararların giderilmesinde, hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı kullanımında, tutukluluk sürelerinin uzatılmasında, masumiyet karinesinin ihlalinde, ulusal ya da uluslararası yargı kararlarının tanınıp tanınmamasında -ki kamuoyuna daha sık yansıyan Kavala ve Demirtaş kararları bunlardan yalnızca ikisi oldu- hukukun ve yargının sınıfsallığı açık ve net görüldü. Kimi yargı kararları ve AYM kararları bu karanlık tablonun rengini açmaya yetmedi. Ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalım hukuk ve yargıyı etkiledi, hukuk ve yargı kargaşayı besledi. 

Bir yanda hukuksuzluğa karşın “hukuk devleti”ni dilinden bırakmayan siyasal iktidar, diğer yanda “kurumsuzlaşma”dan ve “ilkesizlik”ten şikâyet eden sermaye örgütleri… Sömürenlerin iç çelişkisi bile denilemeyecek bir paslaşma sürerken, kapitalizm kendi istikrarının peşindeyken, finansal gelgitlerin de etkisiyle zenginleşme sürerken emekçi halk daha derinleşmiş bir yoksullaşmanın ve sömürünün içinde itildi. Yılsonu ve 2022 başında asgari ücret, ücretlerde yükselmeler, vergi istisna ve muafiyeti gibi kaşıkla verilmesi öngörülenler, zamlarla, pahalılıkla ve vergi artışlarıyla daha ele geçmeden kepçeyle geri alındı. Pahalılık, yoksulluk, güvencesizlik, sigortasızlık, sendikasızlık, geçici çalışma, esnek çalışma, uzaktan çalışma, düşük ücret ve işsizlik emekçiler yönünden kâbusa dönüşmüş olarak 2022’ye devretti. 

Düzen içi muhalefetin ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunlarda olduğu gibi hukuksal ve yargısal sorunlarda da “tek adam rejimi” dediği, ama ağırlıklı olarak da rejim yerine somutlaştırdığı tek kişiyi sorumlu olarak göstermesi ve de çözümü yalnızca seçime sıkıştırması ise düzenin gerçekleri karşısında vitrinlik olarak kaldı. Bu vitrinle 2022’ye geçildi. Öyle ki, adaletsiz seçim yasaları üzerinde durulmazken, adaletsiz seçim hukukuyla, yönetimi ve denetimiyle seçime gidilmesine karşı çıkılması gerekirken, AKP ve ortağının daha adaletsiz bir seçim hukuku üzerinde çalışması dahi göz ardı edildi. Yeni Anayasa tartışmaları da somut durum karşısında arkalarda kaldı.

TBMM, 2021’de yasalaşma faaliyetine 85 kanunla katkıda bulunurken, bunların 61’inin milletlerarası andlaşmaları/sözleşmeleri uygun bulma kanunu olması, kanunların üçte birin altında kalması mevzuat içinde parlamento etkisinin azalması anlamına gelmekle birlikte, yasalaşan kuralların ağırlıklı olarak sermaye düzeniyle ilgili olması da dikkatten kaçmadı. Öte yandan bir kanunla birden çok kanun ve KHK’de değişiklik yapılması, torba kanun uygulamasının devamı, mevzuat kargaşasının devamına neden oldu. Hukuksal düzenlemelerin özensizliği hukuksuzluğun alt başlığına yerleşti. Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu, sözde AYM kararlarını karşılama gerekçesine dayandırılsa da, özde “parti devlet” ve “ötekileştirme” için dayanak oldu.  CBK’ler (21 adetle) hız kesmedi. Cumhurbaşkanlığı kararlarıysa yayımlananları ve yayımlanmayanlarıyla fırtına gibi esti. 20 Mart 2021 tarihinde yayımlanan (3718 sayılı) karar, usulüne göre kabul edilmiş bir sözleşmeyi, İstanbul Sözleşmesini feshetme girişimiyle hukuka aykırılığa/hukuksuzluğa, hukuk eğitimine özel bir başlık açtı. 

Finansal krize çare olarak sunulan dövize endeksli mevduat hukuksuzlukla başlatılıp, hukuksal kılıfa sokulmaya çalışılırken aslında ekonomi dâhil neredeyse tüm alanlarda tanrı ya da peygamber kelamlarının (nas) daha yaygın kullanılacağı görüldü. Burada akıllara arabuluculuk müessesesinin akıbeti geldi.    

Yargı bu hukuka, hukuksuz hukuka dayanarak karar verirken, biryandan da hak ve özgürlükleri koruyamayan çifte standart kararlarını bu hukuk kargaşasına bağladı. Kimi zaman da dinsel davranış kurallarından destek aldı. Artık sırası sayılamayan, neye yaradığı belli olmayan yargı reformları, yama tutmayan adaletin tutmayan yamaları olarak 2021’de de boy gösterdi; yalancı yargı bağımsızlığı devam etti.

Haziran Direnişi başta olmak üzere, siyasi davalar devam ederken, milletvekili, belediye başkanı, belediye meclis üyesi olan seçilmişlere dokunulmazlık kaldırılması, iddianameler ve kayyum atamalarla el atılması siyasi faaliyet hakkı, seçme hakkı ve seçilme hakkına iktidar müdahalesi olarak kullanıldı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi örneği de eklenerek 2022’ye devretti. Terör ve terörist damgası, hukuk ve masumiyet karinesi yok sayılarak uluorta itham konusu yapıldı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimine dayalı baskı devam ederken OHAL KHK düzeninin de kanunlarla sürdürülmesi devam etti ve bu kanunların kimi hükümlerinin biten uygulama süreleri 28 Temmuz 2021’de uzatıldı. OHAL’siz OHAL 2022’te devretti. HDP’nin kapatma davası ise siyasi faaliyet hakkına açık müdahale örneği olarak devam ediyor. 

Dayanışma Forumu Dergilerinin 1., 2. ve 3. sayılarındaki “Laiklik”, “Özelleştirmeler ve Yağma Ekonomisi” ve “Sermayenin Temsilcisi Olarak AKP” konularına ilişkin değerlendirmelerde de ayrıntılı işlendiği gibi hemen her alanda hem hukukla bağlantı kuruldu hem de hukuksuzluk/kurumsuzlaştırma çalıştırıldı. Sonuçta hukuk ya da hukuksuzluk aynı kapıya, yağma ve sömürüye açıldı (http://dayanismameclisi.org/index.php/dayanisma-forumu/ ). Sağlık ve eğitimin bilim ve aydınlanma dışı, toplumcu olmayan yöntemlerle piyasaya ve gericiliğe teslim edilmesinde, kamu kaynaklarının ve kamusal alanların talanında, özelleştirmede de hem hukuk kullanıldı hem hukuksuzluk.     

Doğa katliamları ve yağmasına karşı halkın mücadelesinde yargı kararları tanınmazken, kolluk güçleri halka karşı devrede sokuldu. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerini, propaganda faaliyetlerini valilikler aracılığıyla sınırlama yaygın hale gelirken, en haklı eylemler olan grevlere, protestolara ve direnişlere karşı baskı ve şiddet olağanlaştırıldı. Eleştiriyi “hakaret” saymanın yaygınlaşması susturma politikasına dayandırılırken, siyasi iktidarın her işinde partili başkanla (cumhurbaşkanıyla) bağlantı kurulması, artık evrensel hukukun da yok saydığı cumhurbaşkanına hakaret suç ve cezalarının halkın üzerinde kılıç olarak tutulmasını sağladı.  

Sermaye, siyaset, devlet, mafya ilişkileri ortalığa dökülürken devlet, yargısıyla birlikte “susma hakkı”nı (!) kullanmayı yeğledi. Böylece sömürü düzeninin suç düzeniyle birlikteliği de kabul edilmiş oldu. 

Düzen muhalefeti, Irak-Suriye Tezkeresinde de görüldüğü gibi bir yandan ittifakındaki çatlaklarla, diğer yandan parmak sayısıyla yasama sürecinde yerinde sayarken, dışarda da demokratik masumiyete ve seçime sığındı. Tüm hak ve özgürlüklerin başlangıcı ve koruyucusu olan direnme hakkı ise “sokak” ve “provokasyon” sözcükleriyle ve “korku” salma amacıyla yok sayıldı. Boğaziçi Üniversitesi eylemlerine ve pahalılığa karşı eylemlere yönelik saldırı, sermayenin ve gericiliğin ortak saldırısı olarak ana başlık yapılırken de yine “korku” tüneli kullanıldı.

Adaleti ilgilendiren olumlu ve önemli olaylarından biri, Barolarla birlikte Türkiye Barolar Birliğinin genel kurulları ve seçimleri oldu. Savunma her geçen gün önemsizleştirmeye çalışılırken örgütlü savunmanın toparlanması 2021’in kayda değer eylemi olarak yerini aldı.      

2022 Beklentisi ve Hedefler

Kendi Anayasasını, hukukunu uygulamayanlardan, kendi yargı kararlarını tanımayanlardan, işine geldiğinde hukuk ve yargı deyip gelmediğinde kuralsızlığı ve kurumsuzluğu seçenlerden anayasal, hukuksal ve yargısal güvence beklenemez.   

Burjuvazinin de anayasallık içinde kabul ettiği “demokratik toplum düzeni”nin gereklerini yok sayarak demokrasiyi seçime ve seçimi de büyük siyasi partilerin kütük-sandık-oy masasına sıkıştıran; kapitalizmin istikrarı ve krizlerin kısmi onarımı dışında düşüncesi olmayan siyasi partilerle siyasi faaliyet yapan; emekçi halk dışarı, sermaye ve piyasa düzeni içeri diyen; laikliği dışarı atıp dinsellik ve gericiliği din özgürlüğü adı altında içeride tutan; burjuva devletinin ve hukukunun ilkelerini dahi yok sayarak neoliberal düzeni ve özgürlükler yargısını savunup uygulamaya geçiren rejim, iktidar ve muhalefetiyle sürdükçe 2022’den beklenti olmayacak.

Sorunların ve krizlerin başkanlı rejime, rejim içinde de “tek kişi”ye bağlanması, “aynı gemideyiz” sözleriyle sömürücü düzenin sorgulanmaması, çözüm denilenlerin düzen içinde tutulması, sömürülenlerin sömürenlerle uzlaşmaya zorlanması beklenti ve hedefleri çıkmaza sokuyor.     

Hukukun, ekonomik ve toplumsal ilişkilerin ürünü olduğunu dikkate almadan; hukuk ve yargı analizini bu ilişkilerle örerek yapmadan ne değerlendirme yapılabilir ne de gerçekçi beklenti ve hedefler konulabilir. Bu durumda adaletin kendiliğinden gelmeyeceği, kapitalizmin özünde olan adaletsizliğin de düzen içi nöbet değişimiyle giderilemeyeceği, hukuk ve yargının kapitalist çürümeden ve emperyalist etkiden kurtulamayacağı açık. Siyasi iktidar muhalefete yüklenirken, muhalefetin sosyalist ve komünistler dışındaki düzen içi renklerin ittifakıyla iktidarla bütünleşmesi, sömürücü düzenin kurallarıyla yapılacak seçime sığınılması kurtuluşun düzen içinde olamayacağının kanıtı.  

Doğa ve insanlık için, sömürüsüz bir düzen için alınacak yola düzen içinden, düzenin onarımıyla çıkılamaz. Bilimsel, aydınlanmacı, laik, ilerlemeci ve devrimci Cumhuriyet için, eşitlikçi, özgürlükçü bir yaşam için yapılacak örgütlü sınıfsal mücadele hukuk ve adalet için de geçerli. 

Adalet Komisyonu

2021 Çevre İçin Kara Bir Yıl Oldu

2021 yılı çevre açısından gerek dünyada gerek ülkemizde kara bir yıl oldu. Dünya’da artan orman yangınları, kuraklık, gıda krizi, afetler, derinleşen eşitsizlikler ve artan yoksulluğa rağmen, bitmek tükenmek bilmeyen tüketim hırsları nedeniyle merkez kapitalist ülkelerin çevresel kaynakları sömürüsü ve ekosistemlere sistemli saldırısı artarak devam etti. Artık tamamen bir kriz boyutuna ulaşan, her geçen gün durdurulması giderek imkânsızlaşan küresel iklim değişikliğinin temel nedeni olan merkez kapitalist ülkeler, pandemi nedeniyle 2021 yılı içine ötelenen 26. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nın yine sorunun temeline yönelik kararlar alamadan dağılmasını sağladılar. 2022 yılının da özellikle merkez kapitalist ülkelerin tutumları nedeniyle daha şimdiden 2021 yılına göre ortalama sıcaklıkların daha yüksek olacağı, orman yangını ve afetlerin artacağı, kuraklık sorununun derinleşeceği bir yıl olması kesin gibi… 2021 yılında ülkemizdeki çevre krizi ise dünyada yaşanan krize oranla daha da derinleşti. Çeşitli sektörlerde yaşanan çevresel sömürünün kısa özeti aşağıda yer alıyor.

Enerji sektörü

Bir taraftan yanlış enerji politikalarında ısrar edip fosil yakıt tüketimi artırılırken, diğer yandan mevcut kömürlü termik santraller 2021 yılı içinde de tam kapasite çalıştırıldı. Yeni termik santraller için Ege ve Karadeniz kıyılarında yer seçimleri yapıldı. Türkiye Enerji Atlası web sitesinden alınan rakamlara göre 2021 yılında 51 kömürlü termik santral, linyit ve ithal kömür tüketerek elektrik üretiminde kullanıldı ve bu kömürlü termik santraller toplam elektrik tüketiminin yaklaşık %35’ini karşıladı. Aynı sitenin rakamlarına göre iki termik santral inşaat halinde, dört termik santral yeni üretim lisansı aldı. Yapılması planlanan kömürlü termik santrallerin sayısı ise on dört. Yarısından fazlası ithal kömür tüketen termik santraller ülkemizin sera gazı emisyonlarının %80’e yakınını oluştururken diğer taraftan da ülkemizdeki hava kirliliğinin temel nedeni olmayı sürdürüyor. 

Fosil yakıtların yoğun olarak tüketilmesinin en önemli sonuçlarından biri olan hava kirliliğinin ülkemizde neden olduğu kayıplar Temiz Hava Hakkı Platformu tarafından her yıl yayınlanan Kara Rapor’larda irdeleniyor. Bu raporlarda Türkiye’de hava kirliliğine uzun süreli maruziyetin toplum sağlığına olan etkilerini ortaya koymak amacıyla, WHO’nun Avrupa Bölge Ofisinin geliştirmiş olduğu AirQ+ yazılımı ile hesaplamalar da yapılmıştır. Bu hesaplamalara göre 2019 yılı içinde Türkiye’de 30 yaş ve üstü kazalar ve dışsal yaralanmalar haricindeki toplam 396.670 ölümün 31.476’sı, yani %7,9’u, direk hava kirliliğine bağlı bulunmuştur. Diğer bir anlatımla ülkemizdeki hava kalitesi sınır değerleri WHO’nun sınır değerleri düzeyine indirilebilseydi, 2019 ölümlerinin %7,9’u önlenebilecekti. Hava kirliliğine bağlı ölüm sayılarının en fazla olduğu üç il İstanbul, İzmir ve Manisa iken toplam ölümlerin içinde ölüm yüzdesinin en yüksek olduğu il ise Iğdır olarak hesaplanmıştır. Aynı çalışma TÜİK tarafından ölüm istatistiklerinin açıklanmaması nedeniyle 2021 yılı için yapılamamıştır. Yine Uluslararası Sağlık ve Çevre Örgütü (HEAL) bu hafta içinde ülkemiz hava kirliliği ve sonuçlarıyla ilgili ‘Kömür Kirliliği ve Türkiye’ başlığı ile bir rapor yayınladı. Bu raporda  ‘1965-2020 yılları arasında Türkiye’de kömürden elektrik üretiminin, yaklaşık 200 bin erken ölüme, 62 milyon iş günü kaybına, 11 milyon hastaneye yatışa ve 4,8 trilyon TL’ye varan bir sağlık maliyetine yol açtığı’ belirtiliyor.

2021 yılı fosil kaynaklar dışında yenilenebilir enerji kaynakları açısından da sorunlu olduğumuz bir yıl oldu. Özellikle Doğu Karadeniz bölgesini etkileyen hidroelektrik santrallerinin (HES) yapımına 2021 yılı içinde hız verildi. HES’ler özel sektöre ülkemizde dünyadaki örneklerinden çok farklı olarak yaptırılıyor. Ülkemizde halen irili ufaklı 685 HES devrede iken 25 HES’in daha yapımına 2021 yılı içinde devam edildi. HES’lerin yer seçimleri bilimsel yaklaşımlardan uzak, çevresel etki değerlendirme (ÇED) çalışmaları ise kamuoyundan kaçırılarak yapılıyor. Özellikle Karadeniz bölgesinde aynı derelerin üzerine çok kısa aralıklarla 7-8 HES birden yapılıyor. Bu durum bölgedeki ekosistemlere zarar veriyor, flora ve fauna geri dönüşümsüz olarak kaybediliyor. Ayrıca bu bölgelerde yaşayanların yüzyıllardır kullandığı ve tarım yaptığı su hakları ellerinden alınmış oluyor. 

Rüzgâr ve güneş enerjisi santrallerinde de benzer sorunlar yaşanıyor. Bu santraller, kurulduğu bölgelerin ekosistemine vereceği zararlar göz ardı edilerek ve bölge halkının görüşü alınmadan yapılmaktadır. 

Kanal İstanbul, Çeşme Turizm Projesi ve diğer imar plan değişiklikleri

2021 yılı içinde hükümetin ‘çılgın’ projesi Kanal İstanbul ile ilgili ciddi bir gelişme yaşanmadı. Ancak buna karşılık İzmir’in Kanal İstanbul’u olarak bilinen Çeşme Turizm Projesi ise hükümet tarafından inatla sürdürülüyor. Projeye göre ağırlıklı olarak Çeşme’de olmak üzere büyük bölümü kamu arazisi olan bölge çok sayıda parsele bölünerek turizm yatırımcılarına verilecek. Çeşme’deki kamu arazilerinin %57’si proje alanı olarak belirlendi. Diğer bir anlatımla proje alanının %97’si kamuya ait. Bu parsellerin üzerinde sadece oteller değil, sayısı yirmiyi bulan golf sahaları, marinalar, alışveriş merkezleri de yapılacak. Üstelik 27 delikli bir golf sahasının ortalama büyüklüğü 150 hektarı buluyor. Bu durumda büyük bir bölümü kamuya ait olan 3000 hektarlık bir alanın sadece golf sahası olmak üzere ayrılacağı anlaşılıyor. Bu da yine kamuoyuna yansıyan proje alanının yaklaşık %20’sini oluşturuyor. Yine 3000 hektarlık bir golf sahasında kullanılacak yıllık su miktarı 30 milyon metreküpü buluyor. Bu miktar 500 bin nüfuslu bir kentin yıllık su tüketimine eşit. Üstelik İzmir’in yarımada bölgesi su fakiri bir bölge ve şu anda bile özellikle yaz aylarında bu bölge su sıkıntısı yaşıyor. Ayrıca bu golf sahalarında yoğun olarak kullanılacak pestisitler de bölgenin ekolojik dengesini bozacaktır. Üstelik bölgede endemik, nadir ve acil korunması gereken on dokuz tür var. Bir örnek vermek gerekirse ender görülen “orcislectea” adlı orkide bu civarda yaygın. Ayrıca yarımada bölgesinde çok sayıda kuş türü de yaşıyor; bunlardan bazıları ise soyları tehlikede olan tavşancıl, bıyıklı doğan ve küçük kerkenez… Bununla da bitmiyor; bölgenin bu proje ile yok edilecek ekolojik zenginliği içinde sırtlan ve karakulak’ın yaşam bölgesi olduğu gibi yarımada sahilleri de Akdeniz Foku’nun korunması için belirlenmiş beş öncelikli alandan biri… Halen bölgenin sınırlarını belirleyen Cumhurbaşkanlığı kararnamesine karşı meslek odaları, bazı siyasi partiler ve İzmirliler tarafından açılan iptal davaları sürüyor.

Kentlerdeki imar planı değişiklikleri ise bu dönem özellikle İzmir’de gökdelenlerin önünü açacak şekilde yapılmaya devam ediliyor. Oysa yaşadığımız son pandemi sürecinde ‘salgınlara dirençli kentlerin nasıl yaratılabileceği’ tartışılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda kentlerde düşük kotlu yapılara izin verilmesi, yeşil alanların artırılması, konutların tüm odalarının balkonlara açılması gibi önlemler üzerinde çalışılmaktadır. 

Madencilik

2021 maden ruhsat başvuruları devletin resmi rakamlarına göre rekor kırarak 2154 adete ulaşmıştır. Ülkemizdeki madencilik ruhsatlarının büyük bir çoğunluğunu linyit kömürü madenlerine ait ruhsatlar oluşturmaktadır. Ayrıca çok sayıda, özellikle Ege Bölgesinde siyanür liçi yöntemiyle altın madenciliği arama ve işletme ruhsatı verilmiştir. 2021 yılı içinde özellikle Çanakkale Kaz Dağlarında yeni ruhsatlar verildiği bilinmektedir. 2021 yılı içinde 39 ton altın üretildiği bilinmekte, ancak bu üretim sırasında ne kadar siyanür kullanıldığı, ne kadar tehlikeli atık çıkarıldığı konusu ısrarla kamuoyundan saklanmaktadır. 

2021 yılı içinde kamuoyuna yansıyan ‘maden kazaları da’ oldu. Başka ülkelerde olsa tüm kamuoyunu ayağa kaldıracak, ancak ülkemizde ise medyada sadece birkaç gün küçük bir haber olabilen ilk felaket 18 Kasım’da Giresun’da yaşandı. Bu ilimize bağlı Şebinkarahisar ilçesinde NESKO Madencilik AŞ’ye ait kurşun-çinko-bakır maden ocaklarında kullanılan siyanürün atıklarının ve ilin diğer ilçelerindeki küçük madenlerin de atıklarının taşınarak depolandığı flotasyon tesislerindeki havuzlar patladı. Bu patlamayla birlikte, cevher zenginleştirmede kullanılan kimyasal maddelerle ve siyanürle kirlenmiş atık çamur, tesisin çevresinde bulunan dereye karıştı ve derenin etrafında bulunan Yedikardeş köyüne ait bahçeleri kullanılamaz hale getirdi. Daha sonra bu tehlikeli atık Kelkit Çayı’na ve onun üzerinde bulunan Kılıçkaya Barajı’na kadar ulaştı. Jeoloji Mühendisleri Odası Trabzon Şubesinden uzmanların hazırladığı rapor olayın ne kadar ciddi olduğunu gözler önüne seriyor. Rapora göre ‘Şebinkarahisarilçesinde NESKO Madencilik AŞ’ye ait 2 No’lu atık barajının gövdesinin bir kısmının yıkılarak, binlerce ton zehirli ağır minerallerin önce 1 No’lu baraja sonra da Darabul Deresi’ne dökülerek, dere sularıyla sürüklenmiş ve 5 kilometre uzaklıktaki Kılıçkaya Barajı’na ulaşmış’ tır.  Raporda 4 bin 500 tondan fazla kimyasal atığın çevreye yayıldıktan sonra temizlendiği de belirtiliyor. Jeoloji Mühendisleri Odası Trabzon Şubesinin raporunda, bu tesise nasıl ve kimler tarafından çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) olumlu raporu verildiğini sorgulatan ürkütücü tespitler de var. Jeoloji Mühendisleri Odası Trabzon Şubesinin yaptığı tespitlere göre, tesisin yapıldığı yer doğru seçilmemiş, karayolu ve su kaynaklarına da çok yakın… Üstelik tesis orta ölçekli depremlere dahi dayanıksız yapılmış. 

Daha kamuoyu bu felaketin sonuçları ile yüzleşemeden bu sefer 11 Aralık tarihinde Ayvalık – Karaayıt Köyü yakınlarında bulunan BİLFER Madenciliğe ait demir madeninin atık depolama alanı çöktü ve tehlikeli atıklar Şebinkarahisar’dakine benzer şekilde depolama alanının hemen yanındaki Madra Barajı’na ulaştı. Üstelik bu felaket 2021’de bu maden sahasında yaşanan ilk felaket de değildi. 2021’in ilk ayında da Madra Barajı’na sıfır konumda bulunan atık depolama alanında bir çökme meydana gelmiş ve çok geniş bir alan bu felaketten etkilenmişti. Üstelik Ocak ayı içinde yaşanan felakete rağmen ilgili şirket kapasite artırımı talebinde bulunmuş ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yaşanan felakete rağmen kapasite artırımının çevreye karşı bir risk teşkil etmediğini ‘düşünerek’ ÇED olumlu kararı vermişti. ÇED olumlu kararı verilen ve atık kapasitesi artırılan bu tesisin yılın son ayında tekrar patlaması sonucu daha fazla miktarda zehirli atık Dikili, Bergama, Ayvalık ve Altınova ilçelerinin içme ve tarım suyunu karşılayan Madra Barajı’na karıştı. Şimdi kamuoyu ÇED olumlu kararının altında imzası olan ‘uzmanların’ kim olduğunu merak ediyor.

Müsilaj

Kısaca özetlemek gerekirse müsilaj deniz ortamına doğal süreçlerle giderilemeyecek düzeyde büyük miktarda evsel ve endüstriyel atıksu ile tarımsal drenaj sularının verilmesi sonucu oluşuyor. Bunun sonucunda ise deniz ortamındaki oksijen seviyesi 2-3 mg/l değerinin altına düşüyor. Denizde tek hücreli deniz canlıları aşırı derecede çoğalıyor ve atıklar nedeniyle artan deniz suyu sıcaklığı, azalan oksijen seviyesi bu tek hücreli canlıların ve diğer oksijenli solunum yapan sucul canlıların yaşamını olumsuz etkiliyor. Tüm bunların sonucunda ise bu canlıların parçalanmasıyla yağ, protein ve karbonhidrattan zengin müsilaj olarak isimlendirilen yapışkan madde ortaya çıkıyor. Kısa zaman içinde denizde oksijensiz (anaerobik) koşulların oluşmasıyla, balık türleri başta olmak üzere birçok tür bu ortamdan ya uzaklaşıyor ya da yok oluyor. Tekrar kendine gelmesi için bugünden yarına evsel ve endüstriyel atıkların bir damlasının bile arıtılmadan Marmara’ya boşaltmasının durdurulması şart. Bunu başarabilsek bile koca Marmara’nın kendine gelmesi için bırakın üç yılı; gerçekçi bir yaklaşımla 15-20 yıllık bir süre gerekiyor. Aslında daha önce de Marmara’da müsilaj 2007 ve 2008 yıllarında görülmüş; doğa bize ilk uyarılarını yapmış, hatta çeşitli deniz bilimi çevrelerince de bu konuda incelemeler sonucu makaleler ve raporlar yayınlanarak kamuoyunun dikkati çekilmeye çalışılmıştı. Fakat o dönem kamuoyu, yaklaşan büyük tehdidin, bilim çevrelerinin uyarılarına rağmen pek farkına varamamış; başta Ergene Derin Deşarj sistemi olmak üzere yapılan atıksu derin deşarj sistemlerine karşı gerekli tepkiyi vermemişti. Günümüzde ortaya çıkan tablo ise biraz geç de olsa her kesimi paniğe sevk etti. Artık Ege ve Karadeniz kıyılarında oturanlar da rahat değil, her gün büyük korku ile denizi gözlemliyorlar.  Peki, çevresinde İstanbul dahil 7 kentimizin bulunduğu, yaklaşık 24 milyon insanın yaşadığı ve ülkemizin kurulu endüstriyel tesislerinin yarısına yakınının yer aldığı Marmara Denizinde meydana gelen müsilaj başta Ege Denizi olmak üzere başka denizlerimize yayılabilir mi?  Bu olasılık kentsel ve endüstriyel atık suların çok büyük bir bölümünün arıtılmadığı ülkemizde sürekli gündemde kalacak. 

Ülkemizde atıksu oluşumu, atıksu arıtma yöntemleri, atık su arıtma tesisi sayılarına ilişkin son istatistik, 2020 yılında Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayınlandı. 2018 yılı verilerini içeren Belediye Atıksu İstatistikleri kapsamında hazırlanmış olan Atıksu Arıtma Tesisleri (AAT) Tablosu bu yayında veriliyor.  Bu yayından Marmara bölgesindeki 7 ilimizde 2018 yılında arıtılan atıksuyun % 51,7’lik bir kısmının doğal, biyolojik ve ileri biyolojik yöntemlerle arıtıldığı, %48,3’lük bir kısmına karşılık gelen 914,1 milyon m3/yıl miktarının ise sadece basit ızgara ve kum tutucudan geçirilerek doğrudan Marmara Denizi’ne verildiği öğreniyoruz. Izgara ve kum tutucu ünitelerden oluşan ön arıtma ünitelerinin atıksu arıtımındaki verimleri uzmanlara göre %5’i geçmiyor. Bu durumda, 7 ilimizden Marmara Denizi’ne deşarj edilen kentsel atıksuyun 868,4 milyon m3/yıl’a karşılık gelen (2,4 milyon m3/gün) bir bölümünün ham atıksu (arıtılmamış atıksu) olarak Marmara Denizi’ne verildiği tüm çıplaklığı ile ortaya çıkıyor. Trakya’da Ergene Havzası’nda oluşan ve Saros Körfezi’ne dökülen atıksuların bir bölümünün yönünün değiştirilerek derin deniz deşarjı yapısı ile Marmara Denizi’ne boşaltılması da ikinci önemli kirlilik kaynağı… Doğrudan Marmara Denizi’ne deşarj yapan veya nehirler ve derelerle atıksuları Marmara Denizi’ne ulaşan Organize Sanayi Bölgelerinin (OSB) ve tekil arıtılmış/arıtılmamış endüstriyel atıksuları ile tarımsal alanlardan dönen drenaj sularının da diğer önemli bir kirletici kaynak olduğu görülüyor.

Sonuç

2021 yılı gerek Türkiye için, gerekse Dünya için çevresel kaynakların sömürüsünün arttığı bir yıl olmuştur. Merkez kapitalist ülkelerin şirketlerine ülkemizdeki çok düşük tenorlu altın madenlerinin işletme hakları peşkeş çekilmeye 2021 yılı içinde de devam edilmiştir. Özellikle Çanakkale, Kaz Dağları ve Balıkesir’de çok sayıda ruhsat verilmiştir. Yine yerli ve yabancı büyük sermaye tarafından çalıştırılan sanayi tesislerinin atık sularını su havzalarımıza ve denizlerimize boşaltmaya devam etmişlerdir. Bunun sonucunda Marmara denizinde müsilaj sorunu yaşanırken, Gediz, Büyük Menderes, Kızılırmak, Ergene havzalarında su kirliliği sorunu artmıştır.  Yine bu dönemde kömürlü termik santrallerden elektrik üretimi artırılmış, yeni kömürlü santraller planlanmaya devam edilmiştir. Bu durum hava kirliliği sorununu daha da ciddileştirirken, ülkemizin sera gazı emisyonlarını da artırmaya devam etmiştir. Ülkemiz 2021 yılı içinde Paris İklim Antlaşmasını onaylamasına karşın hala kömür kullanımını ne zaman terk edeceğini açıklamamıştır. 

2021 yılı içinde ülkemizdeki çevre mücadeleleri pandemi koşulları nedeniyle önceki dönemlere göre zayıflamıştır. Ayrıca ülkemizde sağlıklı bir çevrede yaşam mücadelesi veren örgütlerin tamamına yakını çevresel kaynakların sömürüsünün kapitalist sistemin bir sonucu olduğunu kabul etmekle birlikte çözümü yine kapitalist sistem içinde aramaktadır. Bu durum ülkemizde yapılan çevre mücadelelerinin sonuca ulaşmasının önündeki en büyük engeldir. 

Çevre Komisyonu